Muhasebe ve Istigfar


Değişik bela ve musibetlere maruz kalındığında, imtihan sürecinin mümine yakışır bir şekilde atlatılabilmesi adına hangi ölçülere dikkat edilmelidir?

Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir. (Nisâ sûresi, 4/79)

fermanına inanan bir insan, karşısına çıkan her bela ve musibeti öncelikle kendi işlediği hata ve günahlara vermelidir. Mesela, yürürken elindeki bardak veya tabak yere düşse, bunu kendinden bilmeli, o andaki tahayyül, tasavvur veya taakkul dünyasındaki bir inhirafa vermeli ve şöyle demelidir: “Acaba ben huzur-u kibriyaya yakışmayan ne gibi bir halt karıştırdım ki böyle bir sıkıntıya maruz kaldım?” Çünkü kâinattaki hiçbir hadisede rastlantı yoktur. Dikkatli bir nazarla hayat süzüldüğünde görülecektir ki, esasında çok küçük musibetler bile birer ikazdır ve her hadisenin bir sinyal yanı vardır. İnsan o ikazı anlayabilir, Allah’a teveccüh eder ve o belaya kefaret olabilecek bir hayır ortaya koyarsa, bunlar, Allah’ın inayetiyle daha büyük kaza ve belaların def edilmesine vesile olur. Evet, o türlü musibetler hem birer sinyaldir, hem de aynı zamanda birer kefarettir. Mesela, kırılan bir bardak, bir bela ve musibet zincirini kırmış ve günahları da temizlemiş olabilir. Nitekim bir hadis-i şerifte,

Müslüman’ın başına gelen hiçbir yorgunluk, hastalık, keder, üzüntü, eziyet, gam ve hatta ayağına batan diken yoktur ki Allah onunla günahlarından bir kısmını bağışlamasın. (Buhari, Merdâ 1; Müslim, Birr 49)

buyrulmaktadır.

Başlarına gelen bela ve musibetlerin gerçek sebeplerini göremeyenler, Allah’ı insanlara şikâyet etme manasına gelecek sözler sarf etmeye başlarlar.

Hakiki suçluyu bulma yolunda

Vakıa biz, meydana gelen hadiselerin arkasındaki sebepleri her zaman açık ve net bir şekilde göremeyiz. Fakat inanan bir gönül, kapalı bir kutu halinde ansızın önüne çıkan hadiselerde bile, öncelikle kendi hata ve kusurlarını araştırmalıdır. Zira suçu kendinde arayan bir insan, hakiki suçluyu bulma adına çok önemli bir adım atmış olur. Yoksa suçluyu hep dışta arayanlar, ömür boyu bu aramalarını sürdürseler dahi yine de hakiki suçluyu bulamaz, başkalarını tecrim etmekle ömürlerini tüketirler.

Konuyla alakalı bir ifadesinde Hazreti Pîr şöyle diyor: “Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi anladım. Ben kemal-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur’aniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemalâtıma alet yapmakmış.” Kemal insanının sarf ettiği bu sözler, onun muhasebe derinliğini göstermektedir. Bununla birlikte onun bu sözlerinden anlıyoruz ki, iman ve Kur’an’a yapılan hizmet, varidat ve mevhibelere mazhar olma, velilik mertebesine erme gibi maksatlara alet yapılmamalı; hatta cennete girme, cehennemden uzak kalma gibi ulvî gayelere dahi vasıta kılınmamalıdır. Şayet bunlar gaye-i hayal haline getirilirse, yapılan iş dinamitlenmiş olur. Bizim evvelen ve bizzat talebimiz ihlâs ve rıza-i ilahi olmalıdır. Ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu hakiki ubudiyetin önüne geçmemelidir. İhlâslı yapılan amellerin karşılığını zaten Allah fazlasıyla verecektir. Allah nezdindeki nimetler sayılamayacak kadar çok, bizim ibadet u taatimiz ise sınırlıdır. Cihan hükümdarı olsanız ve trilyonlarınız bulunsa bile, verirken yine de korkarsınız. Çünkü verdiğiniz ölçüde elinizdeki eksilecektir. Fakat Allah’ın niam-ı sübhaniyesi o kadar çoktur ki, nimetlerin bir istatistiğini çıkarmaya çalışsanız katiyen bu işin altından kalkamazsınız. Bu açıdan sizin istedikleriniz, O’nun lütfedeceklerinin yanında çok küçük kalacaktır.

Şikâyetin her türlüsünden sakınmalı

Başlarına gelen bela ve musibetlerin gerçek sebeplerini göremeyenler, Allah’ı insanlara şikâyet etme manasına gelecek sözler sarf etmeye başlarlar. İnsanın, ihkak-ı hak mülahazasıyla, kendisini haksızlığa uğratanları, yetkili mercilere veya kamuoyuna şikâyet etme hakkından bahsedilebilir. Başka bir ifadeyle, kendisine zulmedildiğini düşünen bir insan, o zulmü yapanları Hakk’ın ve halkın re’yine şikâyet ederek, Hakk’ın hükmünü vermesini ve halkın da diyeceğini demesini bekleyebilir. Fakat bir insanın, hiçbir şekilde, hiçbir zaman Allah’ı başkasına şikâyet etmeye hakkı olamaz. Değil sarih beyan, insanın başına gelen bela ve musibetlerden dolayı oflayıp puflaması dahi Allah’ı şikâyet sayılır. Dolayısıyla şikâyet manasına gelecek sarih/zımnî her türlü söz ve tavırdan uzak durmak gerekir.

Maruz kalınan bela ve musibetleri insanın kendinden bilmesi ise, ciddi bir muhasebe duygusuna; bu ise gönülde oturaklaşmış sağlam bir iman-ı billah ve ahiret inancına bağlıdır. Hazreti Ömer’e nispet edilen bir sözde

حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا
Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.

buyrulmaktadır ki, bu da, nefis muhasebesinin öte dünyadaki hesaba çekilme inancıyla doğrudan doğruya irtibatlı olduğunu göstermektedir. Zaten büyük zatların evrad ve ezkarına bakıldığında, mahkeme-i kübrada hesap verme endişesinden kaynaklanan ciddi bir nefis muhasebesiyle hayatlarını geçirdikleri görülür. Mesela Hazreti Şah-ı Geylânî’nin sadece tek bir virdi içinde kendini yerden yere vurup nefsiyle hesaplaşmasını belki biz bir ömür boyu yapmamışızdır. Ebu’l-Hasan eş-Şazilî Hazretleri, “Sen şusun, sen busun” diyerek ciddi şekilde kendisini levmettikten sonra “Sen’in kapına benim gibi daha niceleri geldi ve boş dönmediler” ifadeleriyle reca kapısını da kapatmayarak Allah’tan af ve mağfiret diler.

Hasan Basrî Hazretleri’nin Kulûbü’d-dâria’da yer alan üsbûiyesi de bu konuda örnek alınması gereken önemli bir virddir. Haftanın her günü için hususi bir vird ayıran bu abide şahsiyet, orada kusurlarını sayıp dökmede adeta biri bin yapar. Sahabî memesinden süt emmiş, tabiînin serdar-ı ekberlerinden birisi olan, Basra’da değişik batıl mezheplere karşı göğsünü gererek “Burası çıkmaz sokak” diyen, denilebilir ki, rüya ve hayallerine bile günah girmemiş olan ve Ebu Hanife’nin kendisinden çok istifade ettiği bu kahraman-ı zîşan, günah ve kusurlarını öyle büyüterek ifade eder ki, bu ifadelerine bakınca siz onu dünyada günah işleyen insanların en kötüsü zannedersiniz. Adeta batmış, iflas etmiş bir insanın ses ve soluğuyla Cenab-ı Hakk’a teveccüh eder, sanki sürekli günah işleyen biriymiş gibi, her gün bir kez daha nefsiyle hesaplaşmaya durur.

İstiğfarı netice veren muhasebe duygusu

Muhasebe şuuruyla hata ve kusurlarının farkında olan bir insan netice itibarıyla tevbe ve istiğfara yönelir. Cenâb-ı Hak, Furkân Sûresi’nde, birçok mesavii sayıp, bunları irtikâp edenlerin azaba müstahak olacağını beyan buyurduktan sonra, bu tür kötülükleri işlemiş olsalar dahi, yeniden Allah’a teveccüh eden tevbe kahramanlarının mazhar olacağı muameleyi şu âyetle müjdeler:

إِلَّا مَنْ تَابَ وَآَمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُولَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا
Günahlardan vazgeçip Hakk’a yönelen, gönülden iman eden, sonra da salih amel işleyenler bundan müstesnadır. Allah onların seyyiâtını hasenâta tebdil eder. Çünkü Allah gafûrdur, rahîmdir. (Furkân Sûresi, 25/70)

Bu âyet-i kerimeye göre günah ve hatalarla ruhen deformasyona uğrayan bir insan, hemen tevbe ve istiğfar eder, ciddî bir arınma gayreti gösterir, imanını yeniler ve salih amele yönelirse, Allah Teâlâ onun seyyiâtını hasenâta çevirecektir. Evet, Cenab-ı Hak, insanın eliyle, ayağıyla, gözüyle, kulağıyla, yüz işmizazları ve mimikleriyle vs. ne kadar işlediği günah varsa onları silecek ve onların yerine hasene yazacaktır. Bu âyet-i kerimeye Hazreti Pir farklı bir şekilde yaklaşarak, insandaki sonsuz şer kabiliyetlerinin hayır kabiliyetlerine tebdil edileceğini ifade etmiştir. Demek ki, tevbe, inabe ve evbe ile Allah’a teveccüh etme, insan tabiatındaki masiyete açık yanların iyilik ve güzellik istikametinde tebeddüle uğramasını netice vermektedir.

İstiğfar: Yeniden dirilişin âb-ı hayatı

Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) istiğfarın ehemmiyetini,

مَنْ أَحَبَّ أَنْ تُسِرَّهُ صَحِيفَتُهُ فَلْيُكْثِرْ فِيهَا مِن الْاِسْتِغْفَارِ
Kim amel defteriyle mutlu olmak isterse, oraya çok istiğfar yazdırsın. (Kenzü’l-ummâl, 1/475, hadis no: 2065)

ifadeleriyle açıklamıştır. Kendisi de o ufkun en zirvede kahraman-ı zîşânı olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât), günde yüz defa istiğfar ettiğini beyan buyurmuştur. Bu durumu, O’nun marifet ufku itibarıyla sürekli terakkisine verebileceğiniz gibi, rehberliğine de bağlayabilirsiniz. Zira bir toplumun, bir heyetin önünde bulunan insan, iyi veya kötü, bütün tavır ve davranışlarıyla arkasındakilere örnek teşkil eder. Mesela, bir kurumun başında bulunan bir idareci, kurduğu menfaat çarkıyla sürekli kendi menfaatlerini takip edip durduğunda, arkasındaki insanları da haramiliğe sürükler. Aynen öyle de, sürekli hayır ve hasenat peşinde koşan bir rehber, arkasındaki insanların hayra yönlendirilmesinde çok önemli bir müşevvik olur. İşte bu açıdan bakıldığında denilebilir ki, kendisine tâbi olanları meleklerin pervaz ettiği ufuklara yükselten Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) günde yüz defa istiğfar ediyordu. 

Esasında, hangi seviyede olursa olsun, sorgulayıcı bir nazarla sergüzeşt-i hayatına bakan bir insan, orada “estağfirullah” diyeceği pek çok hata ve kusur bulabilir. Mesela bir yerden bir yere giderken gözüne bir haram ilişmiş olabilir. Kendisine, birisinin güzel sıfatlarından bahsedildiğinde bundan rahatsızlık duyarak, ona bir laf çarpmış olabilir. Başka bir zaman gıybet bataklığına düşmüştür de belki farkında bile değildir. İşte insan bu gibi günahların her birinin tek başına insanı batırabileceğini düşünmeli ve derhal istiğfara yönelmelidir. Hazreti Pir, “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.” diyerek, küçük gibi algılanan günahların bile insanı batırabileceğine dikkatleri çekmiştir.

İnsanlar dünya işlerini bile ciddi bir hesaba bağlı götürüyorlar. Mesela, yeni bir iş kuracakları zaman ciddi araştırmalar yapıyor, ona göre yatırımda bulunuyorlar. Daha sonra yaptıkları işin aylık hesabını tutarak girdi ve çıktılarını kontrol ediyor ve böylece işlerinin rantabl gidip gitmediğinin takibini yapıyorlar. Şimdi, gelip geçici olan dünya işleri bile bu kadar hesap kitap istiyorsa, ebedî hayatın çok daha ciddi bir hesaba bağlı götürülmesi gerekmez mi?

Burada konuyla alakalı bir hususu daha hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum. Hazreti Pîr “Dua ve tevekkül meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” der. Yani tevbe ve istiğfar insandaki olumsuzluğa açık olan eğilimlerin önüne geçeceği, ondaki hata ve günahların başına bir balyoz gibi inip onların iflahını keseceği gibi, dua da insandaki hayır eğilimlerini güçlendirecektir. Bu açıdan bir taraftan tevbe ve istiğfar ile, diğer yandan da dua kanadıyla hareket eden bir insan, Allah’ın izni ve inayetiyle, amudî olarak evc-i kemalat-ı insaniyeye çıkarak kendisini İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ayaklarının dibinde bulabilir. Fakat şunu da ifade edelim ki, keşke insan kalbî ve ruhî hayatın restorasyonuyla uğraşacağına daha baştan bunların tahribatını engelleyecek setler teşkil etse! Çünkü tahrip olan bir şeyin sonradan restorasyonu çok zordur. Daha önce de arz etmişimdir. Edirne’ye gittiğimde Selimiye Camii’nin restorasyon çalışmaları başlamıştı. Edirne’de kaldığım altı yedi senelik süre içerisinde Sarı Selim’in altı senede yaptırdığı bu camiin restorasyonu bitirilememişti. Çünkü bozulan bir şeyi hüviyet-i asliyesine irca etmek, onu yeniden inşa etmekten çok daha zordur. Evet, günahlarla deformasyona uğrayan bir insanın tekrar formunu yakalayabilmesi zannedildiği kadar kolay değildir. O halde insan daha başta tahribata karşı kapalı bir hayat yaşamaya çalışmalı ve günahlara karşı sürekli teyakkuz halinde bulunmalıdır.

http://fgulen.com/tr/abd-sohbetleri/kirik-testi/12215-fethullah-gulen-muhasebe-ve-istigfar

Kabe


Kabe; mü’minlerin kalbinin müşterek attığı bir mihrap ve ‘insanlar için vazedilen ilk ev…’ takdîr ve tebcîliyle yüceltilmiş ilk ma’beddir. Temeli, yeryüzünde henüz, harcın, taşın, tuğlanın bilinmediği bir dönemde, gökler ötesi âlemlerde plânlandı ve durulardan duru bir Nebî’nin eliyle gerçekleştirildi. Oturduğu zemînin o işe tahsisi, Adem nebînin yeryüzüne teşrîfinden yıllar ve yıllar önce kararlaştırılmıştı. Öyle ki, bir gün melekler Hazret-i Âdem’le karşılaştıklarında ‘Sen, var edilmeden evvel bizler defaatle Kabe’yi tavaf ettik’ diyeceklerdir. Tufandan sonra ‘Hatırla o zamanı ki, İbrâhim ve İsmâil (as) Kabe’nin temellerini yükseltti ve şöyle dediler: Ey Rabbimiz, bizden bu hayırlı işi kabul buyur!’ ilâhî beyânıyla, peygamberler babası Hazreti İbrâhim ve onun oğlu İsmâil (as) dümdüz olmuş Kâbe arsası üzerinde onu yeniden inşâ ettiler.

Arzın merkezinden ‘Sidret-ül-Müntehâ’ ya kadar ins, cin ve meleğin her zaman çevresinde dönüp durduğu bir amûd-i nûrâninin ‘nurdan sütun’ yeryüzünde mücessem bir kesiti sayılan Kâbe, her lahza görünür-görünmez milyarlarca temiz ruhun, harîmine can atıp vuslat aradığı, öyle eşi-menendi olmayan bir binâdır ki, kıymeti semâlara eşittir dense sezâdır.. zaten o gökte ve yerde Allah’ın evi manâsına ‘Beytullah’ olarak yâd edilmektedir.

Her yıl ehli îmân, dünyânın dörtbir yanından, uçak, vapur ve otomobillerle onun yumuşak; yemyeşil ve ötelere açık sıcak iklimine koşar ve daha yolun başında bütün günlük endîşe ve telaşlardan sıyrılarak, sırtındaki sâde, temiz ve beyaz urbâlarıyla tarifi imkânsız bir imrendiriciliğe ulaşır ve âdeta meleklerle atbaşı hâle gelir.

Bu kutlu yolculukta az-çok hemen herkes, bambaşka bir âlemin sahillerinde farklı bir dünyâya doğru yol aldığını duyar gibi olur ve bütün seyahat esnasında hep hayret kuşaklarında dolaşır durur.. kâh, ulu bir çınarın duruşu gibi vakarlı, kâh bir korunun sükûtunu andırır mahiyette heybetli ve kâh bir denizin ürperticiliğini hatırlatır şekilde azametli.. ama mutlaka samimi ve ihlaslı.

Kâbe yolları oldukça uzun, mesafeler de insafsızdır. Tasavvuf yolunun seyr u sülûku, tasfiyenin çilesi, Cennet çevresinin tepeleri, cehennem civarının çukurları gibi, bu mübârek seferin de bir kısım sıkıntıları vardır; ama bunlar, rûhî gerilimin daha da artması ve iç hazırlığın tamamlanması için şarttır. Bu uzun yolculukta herkes derecesine göre kendini hazırlar.. dolabildiğince dolar.. gerilir ve büyük bir birikimle gider oraya ulaşır.

Bu mübârek yolculuk, eski zamanlarda, atlarla, develerle yapılırdı. O devirde hacılar, Kâbe’ye varıncaya kadar yüzlerce makam, yüzlerce merkade uğrar.. Enbiyâyı izâmın yaşadığı yerleri ziyâret eder; hayâlen onlarla buluşur-görüşür.. evliyâ ve asfiyânın meclislerine koşar, onların aydınlık ikliminden ışık alır ve bu masmâvi, manâ dolu yollarda yüzüyor gibi yolculuk yapar.. bir güzellik, bir şiir, bir romantizm banyosu almışçasına ruhunun gücüyle silahlanır, manâ âlemlerinden gelecek vâridâtı duymaya hazır hâle gelir ve sonra da gidip Hakk kapısının tokmağına dokunurlardı…

Evet, bütün bir yol boyu görüp duydukları şeylerden, kalplerinde, ruhlarında hasıl olan en derin seziş ve duyuş kabiliyetleriyle gidip Kâbe’ye ulaştıklarında, onu, başı gökler ötesi âlemlere uzanmış; oradan ziyaretçilerine bakıyor ve için için bir iştiyakla onları bekliyor bulur ve şiddetli bir vuslat arzusuyla kendilerini onun kucağına atarlardı. Evet, onun vakarlı bir yüze benzeyen cephesini ve bu nurlu çehrenin çevresinde mermerlere akseden gölgesini.. göklere doğru uzayıp giden manâsını, etrafa ışık yağdıran atmosferini gören her gönül, kendince bir şeyler duymaya, bu derin sîmânın arkasındaki manâları sezmeye ve bu mübârek yolculuğa sebep teşkîl eden gâyedeki hazzı, en derin bir ibâdet neşvesi içinde tanımaya başlar ve zevklerin en erişilmezine erer…

Kâbe; bulunduğu noktaya o kadar uygundur ki, ona dikkatlice bakan herkes, bulunduğu yerle, onun ruh ve manâsı arasındaki sımsıkı râbıtayı hemen sezebilir. Sanki o, hariçten getirilmiş rastgele malzeme ile değil de yerden fışkırıp çıkmış veya gökte melekler tarafından inşâ edilip bilahare yeryüzüne indirilmiş gibidir. O, yanı başındaki, yanmış kavrulmuş, büyük-küçük, dağ-tepe ve taş yığınları arasında, bir zikir halkasındaki serzâkire benzer. Çevresindeki her şey onun iniltileriyle inler, onunla yukarılara el kaldırır ve sonra da sessiz onu dinlemeye koyulur.

Kâbe; dost mahremiyetine açık bir haremlik, çevresi ise ağyâra da açık bir selâmlık, Safâ-Merve hakikat semâsını temâşa için hazırlanmış birer kameriye, Makam-ı İbrâhim ötelere yükselten nurlu bir merdiven, Zemzem kuyusu da bu aşk meclisinde bir sâkî gibidir. Bunların bütünü aşk yolcusunu birden selâmlayınca, insan âdeta uhrevîleşir, rûhuna açılan pencerelerle ‘melekût âlemini’ temâşâya başlar ve bütün bütün insan muhayyilesi, öyle geniş ufuklara yelken açar ki, bir adım daha atsa kendini ötelerin hülyâlı mavilikleri içine girecekmiş gibi sanır…

Kâbe, yeryüzü binâlarındandır ve gerekli materyal de kendi çevresinden tedârik edilerek inşâ edilmiştir ama sanki O, amâ’nın bağrında kök salıp gelişmiş ve bütün varlığın, esrârını ruhunda taşıyan bir nilüfer gibidir; hem arzla hem de semâsıyla doğrudan doğruya olmasa bile dolaylı bir alâkasının var olduğu sezilir. O, geçmiş bütün devirlerden değişik çizgilerle en asil, en soylu, en eski bir târihî pırlanta ve aynı zamanda değerini kat kat arttırarak hep yeni kalabilmiş atik ve antik bir binadır; Hazret-i Âdem, sulbünden gelen bütün nesillerin ruh, karakter ve mizaçlarında en önemli bir kaynak olduğu gibi, Kâbe de yeryüzünde binâ ve inşaat vak’asının ruh, manâ ve muhtevasını taşıyan sırlı bir evdir.

O’nun harîminde her zaman, Cennetlerden esip gelen ve hakikata açık gönüllere dolan bayıltıcı, Firdevsî kokular duyulur. Her an dünyânın dörtbir yanından koşup O’na gelenler, O’nu gördükleri andan itibaren kendilerinden geçer ve bu umûmî mihrâbın etrafında, ışığın çevresinde raks eden kelebekler gibi pervâz eder durur ve bütün ışıkların hakiki kaynağıyla daha yakından temas yollarını araştırırlar. Kendinden geçmiş gönül erlerinin tavâfı, zâhiren Kabe’nin çevresinde olmaktadır; hakikatta ise, bu deveran kalbe dayalı nurdan bir helezon içinde mekânsızlıkta cereyan etmektedir.

O’nun iklîmine ulaşan ve O’nunla buluşan âşık ruhlar, zaten özlerinde mevcut olan o yüksek düşünce ve tasavvurlarda daha da derinleşerek onun büyüsünü daha da bir başka duymaya başlarlar.

Böylelerinin nazarında Kâbe, Hakk katındaki yeri, insanlar nazarındaki manâsı, rûhu, özü ve değerleriyle onlara şiir söyleyen, nasihat eden, ders veren bir üstat halini alır ve onların ruhlarına sürekli bir şeyler fısıldar.

Kâbe çevresinde, her vazife ve mükellefiyetin kendine göre bir büyüsü vardır. Ve îmânlı sînelerin, büyünün tesirinde kalmamaları da düşünülemez. Her lahza onun çevresinde dönen, zaman zaman büyüyen ve büyüdükçe bir sel hâlini alıp o mübârek mekânın her yanını dolduran tavaftaki ruhlar; o çağlayan içinde duydukları heyecan ve cezbe ile kendilerini bütün bütün unutur, ledünnî ve rûhânî bir başka âleme uyanırlar. Orada, her söz, her duâ ve her yakarışta kendi aşk ve iştiyaklarının dile getirildiğini hisseder, kalplerdeki en mahrem duyguların, duyulmadık en mahrem kelimelerle seslendirildiğine şahit olur ve bütün ömür boyu, buradaki ses, ışık ve mûsikîyle bütünleşen hislerle, en erişilmez hazları, en ölümsüz hâtırâlar içinde elde etmiş olurlar.

http://fgulen.com/tr/fethullah-gulenin-butun-eserleri/cag-ve-nesil-serisi/fethullah-gulen-zamanin-altin-dilimi/127-fethullah-gulen-kabe

Duaların geri çevrilmediği gece Regaip.


Regâib gecesi, Recep ayının ilk Cuma gecesidir. Peygamber Efendimiz (sas)’in Allah’ın bazı çok özel fiilî tecellilerine mazhar olduğu, nuranî lütuf ve ihsanlara, semavî derecelere eriştiği bir gecedir. Kelime olarak regâib, “çokça rağbet edilen, nefis, kıymetli, değerli, ihsan” mânâlarına gelen ” ragîbe” kelimesinin çoğuludur. Buna göre Regâib Gecesi denilince: “Çok lütuf ve ihsanla dolu, kıymeti ve değeri büyük, çok iyi değerlendirilmesi gereken gece” mânâsı anlaşılır.

Müslümanlar arasında ise Peygamberimiz’in dünyayı teşriflerinin ilk halkasını teşkil eden anne rahmine şeref verdiği gün olduğuna inanılmaktadır. Ancak bu gece ile Peygamber Efendimiz’in doğumu arasındaki süre, bu inancı doğrulamıyor. Fakat, Hz. Âmine’nin Fahr-i Âlem Efendimiz’e hamile olduğunu bu geceden itibaren öğrenmiş olabileceği düşünülebilir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali)

Peygamberimiz’in doğuşuyla yeryüzü nasıl küfür ve cehaletin karanlıklarından kurtulup büyük bir mutluluğa kavuştuysa, onun teşriflerinin ilk basamağı olan bu geceyi de bütün kâinat alkışlamış, coşkun bir sevinçle ayakta karşılamıştır. Mânen bereketli olan bu gecenin bir hususiyeti de mübarek Ramazan ayının ilk habercisi olmasıdır.

Bediüzzaman Hazretleri, Regâib gecesinin Efendimiz’in manevi terakki sürecinin başlangıcı olduğunu; Mi’rac gecesinde de bu terakkinin zirvesine ulaştığını bildirmektedir. (Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî)

Bu gece Allah Rasûlü (sas), söz konusu mazhariyet ve lütuflar adına Cenâb-ı Hakk’a şükür için on iki rek’at namaz kılmışlardır. Bu geceyi ibadetle ihya etmenin sevabı pek çoktur. Diğer zamanlarda okunan her Kur’ân harfi için on sevap verilirse, Recep ayında yüzleri geçmekte, Regâib kandilinde ise daha da artmaktadır. Kaza ve nafile namazların sevabı ise diğer gecelere oranla kat kat fazladır.

Regâib kandilinde yapılacak ibadetlerden birisi de duadır. Peygamberimiz (sas), bir hadîslerinde bu gecede yapılacak duaların Allah katından geri çevrilmeyeceğini bildirmişlerdir. (Suyûtî, Celâlüddin, Câmiu’s-Sagîr, (Feyzü’l-Kadir’le birlikte) 3/454) Öyleyse, bütün dünyada ve Türkiye’de Müslümanların türlü türlü bela ve musibetlerle boğuştuğu, din düşmanlarının Müslümanlar için akla hayale gelmedik planlar yaptığı, masum insanların çeşitli sıkıntılara maruz kaldığı bugünlerde bütün mülkün sahibi, her şeyi gören ve her şeye gücü yeten Rabbimize dua dua yalvaralım, en içten dualarımızla bütün bir ümmet için tekrar ber tekrar O’ndan yardım dilenelim. Hacet namazıyla, kaza namazıyla, Kur’an ve cevşenle gecemizi aydınlatalım ve Allah’tan Müslümanlar için beklenen cennet iklimi bize lütfetmesini, müjdelenmiş ve emareleri çoktan ortaya çıkmış baharları getirmesini dileyelim, dilenelim.

Evet, başta Regâib olmak üzere, onun ardından gelen Mirâc, Berâat ve Kadir geceleri, zamanın Allah’a en yakın zirveleridir ve O’na yaklaşmanın, O’na açılmanın, O’na yükselmenin rıhtımları, limanları ve rampaları sayılırlar.

Ne mutlu bu limanlardan sonsuzluğa açılanlara, bu rampalardan manevi alemlere sıçrama yapanlara.

Regâib Kandilinizi tebrik eder, bütün insanlık için kurtuluş vesilesi olmasını Rahmeti Sonsuz’dan niyaz ederiz.

http://www.hikmet.net/icerik/5362/lutuf-gecesi-regaib

Bir ikindi namazı


Çok da geniş olmayan ferah bir salon. Misafirler pür heyecan O’nu bekliyorlar. Biraz sonra gelecek ve hep birlikte ikindi namazı eda edilecek. Çok geçmeden misafirler arasında “geliyor” fısıldaşmaları başlıyor. Beklenen, bütün heybetiyle kapıda beliriyor. Henüz ezana birkaç dakika var. Kapı girişindeki ilk koltuklardan birine oturuyor. Ayağa kalkılmasını, bir kısım saygı ve hürmet tezahürlerinde bulunulmasını asla istemiyor. Etrafını dikkatli gözlerle süzüyor. Gözüne takılan birkaç yeni misafire başını hafifçe sallayarak “Hoşgeldiniz” diyor. Birazdan müthiş bir ezan sesi dolduruyor salonu. Herkesin gözü O’nun üzerinde. Ama O, gözlerini kapamış huşuyla ezanı dinliyor. “Muhammedür-Resûlullah” deyince müezzin, iki elinin başparmağını dışından öperek gözlerine sürüyor. Bu esnada “Karrat aynî bike Yâ Resûlallah/Gözüm Senin ile aydın Yâ Resûlallah” duası dudaklarından dökülüyor.

Ezandan sonra ezan duası okunuyor. Bazen dua ezan duasıyla sınırlı kalmıyor. Elleri uzun süre açık, gönlünden dökülenleri sessiz bir çığlıkla Rabb’isine arz ediyor. Kılınan sünnetin ardından emin ve ağır adımlarla mihraba yöneliyor. Namazın heyecanı, heybet ve haşyeti her adımında kendini hissettiriyor. O, mihrabda yerini alıp cemaat saf bağlamadan kamet başlamıyor. Zira, kametin namaza konsantrasyon için önemli dinamiklerden birisi olduğunu söylüyor ve her kelimesi tefekkür edilerek, tane tane okunması gerektiğini ifade ediyor. Müezzin “Kad kâmeti’s-salâh/Namaz başladı” derken O, müezzini tasdik edercesine “Allâhüekber” diyerek namaza başlıyor.

O okudukça arkadaki cemaat de imamla birlikte adeta “namazlaşıyor.” Kıraati oldukça uzun tutuyor. İkindi namazı olduğu için okunanlara vâkıf olmak mümkün değil ama arka tarafa kadar gelen hıçkırık sesleri her şeyi anlatıyor. Rükûa varıldığında da “Sübhâne rabbiye’l-a’lâ”nın yanında bir kısım dualar daha okuyor. “Subbûhun Kuddûsun Rabbü’l-Melâiketi ve’r-Rûh” duasının yanı sıra Hazreti Yunus’un “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” münacaatı da rükûda terk etmediği dualar arasında.

Süleyman Sargın: Haftada kaç teheccüd yeter

Kulun Rabb’ine en yakın ânı

Rükûdan sonra kavmeye kalkınca ta’dil-i erkânın bütün hakkı veriliyor. Vücudun bütün eklemleri yerine oturuyor sanki. “Rabbenâ leke’l-hamd, hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh, mil’es-semâvâti ve mil’el-ard” duası bu faslın özeti gibi.

Hamdler ulu dergâha arz edildikten sonra “kulun Rabb’ine en yakın ânı” olan secdeye kapanıyor. Hazreti Âişe validemiz, Allah Resûlü’nün namazını anlatırken “İçi güveç gibi kaynardı.” buyurur. Burada da secde uzun ve dolu. Hıçkırıklar, iniltiler birbirine karışıyor. Efendimiz’in tavsiye ettiği me’sûr dualar ve âyet-i kerimelerden iktibaslar secdenin mayasını oluşturuyor. “Allahümme innî zalemtü nefsî zulmen kesîran ve lâyağfirü’z-zünûbe illâ ente, fağfirlî mağfiraten min ındike ve’rhamnî, inneke ente’l-ğafûru’r-Rahîm” duası secdede hiç terk etmediği dualardan. “Rabbiğfir verham ve ente hayru’r-Râhimîn” de en çok okuduğu dualar arasında. “Rabbena’srif annâ azâbe cehennem” duasının da secdelerde okunması gerektiğini bir gün önce bir vesileyle söylemişti.

Bilirsiniz, sohbetlerde en çok yaptığı tenbihlerdendir “Söylediğiniz her söz, okuduğunuz her dua şuurunuzun ve vicdanınızın mührünü taşısın.” ifadesi. O’nun namazdaki her davranışında ve okuduğu her sûre ve duada bu mührü hissetmemek mümkün değil. O kadar kuvvetli ve tesirli bir mühür ki, arkasındaki cemaati de içine alıp sarmalıyor. Her bir fert, o an kıldığı namazın farklı bir namaz olduğunu vicdanında hissediyor. Orada namazın rekâtları, gönülden gelen nağmelerin dillendirildiği şiirin ayrı mısraları gibi. Son oturuşla namaza kafiye konurken, o yürekten kopup gelen “Et-tehıyyât” nidası salonun duvarlarında yankılanıyor.

Selamın ardından eller “Salât-ı Münciye” için açılıyor. Semâdan bir şey koparıp alacakmış gibi bir heyecan ve helecanla kelimeler bir bir dökülüyor dudaklarından. Gözler kapalı, gönül ardına kadar açık. Varidatın sağanak sağanak yağdığını en taşlaşmış kalpler bile hissedebiliyor. Namazın bir özeti mahiyetindeki “tesbih, tahmid ve tekbir”den sonra eller bir kere daha kalkıyor, gönüller bir kere daha duaya duruyor. Az önceki “Salât-ı Münciye” önsözdü sanki. Eller olabildiğince geniş açılıyor, dualar inci gibi bir biri ardına diziliyor. Dakikalarca süren bu semâvî şölene cemaat ancak içinden “Âmin” diyerek iştirak edebiliyor.

Nur havuzunda bir damla olmak

Dua esnasındaki halini görmek yetiyor. “Bu duanın üstüne ben ne diyebilirim ki!” diye geçiyor içinizden. “Böyle bir duaya sadece âmin denir” deyip o nur havuzunda bir damla olmak için kendinizi akıntıya bırakıyorsunuz. Duanın ardından yapılan tesbihat da farklı bir atmosfer oluşturuyor. O’nun bulunduğu bir zikir meclisinde olmanın coşkusu ve heyecanı her temiz gönlün içini dolduruyor. Namazın ardından O, ağır adımlarla odasına geçerken cemaat hayatında iz bırakan namazlardan birini daha eda etmenin manevî hazzını yaşıyor. Ve orada her namazda kulluk adına adeta bir destan yazılıyor.

http://tr.fgulen.com/content/view/21812/12/

Namazı hissetmek için ne yaptınız?


Soru: Namazlarımızı derin bir kulluk şuuruyla eda edebilmek için ne yapmak lazım?

İman ve namaz aynı döl yatağında neş’et etmişlerdir; namaz, imanın ikiz kardeşidir. İman, dinin ve diyanetin nazarî yanını teşkil eder; o nazarî yanın takviye edilmesi ve tabiatın bir derinliği haline getirilmesi ise ancak başta namaz olmak üzere diğer ibadetlerle mümkün olur. Bu itibarla da, denebilir ki; namaz pratik imandır, iman da nazarî bir namazdır. Dini yalnızca bir vicdanî kabulden ibaret görenler ve ibadet ü tâatı devreden çıkaranlar, mesleklerini din kategorisi içinde mütalaa ettikleri halde hiç farkına varmadan şirke girmekten kurtulamamışlardır. Evet, dinin direği namazdır. Namaz, mü’minin günde en az beş defa içine girip temizlendiği sonsuzluğa doğru akıp giden bir tevbe ırmağı ve arınma kurnasıdır. O, savaş meydanında mücadelenin kızıştığı en tehlikeli anlarda bile hakkı verilmesi gereken çok önemli bir vazife, emin bir sığınak, mühim bir kurbet vesilesi ve en kısa bir vuslat yoludur. Namazın bu hususiyetlerinden dolayıdır ki, Asr-ı saadetten günümüze kadar Hak dostları onu hayatlarının merkezine koymuş ve farzları ikâme etmekle yetinmeyerek her gün yüzlerce rek’at nafile kılmayı itiyad haline getirmişlerdir.

Namaz Âşıkları

Âbidlerin Rehberi Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) namaza göstermiş olduğu alâka, O’nun izini takip edenlerin gönüllerinde de Yazının devamını oku »

Namazı Hissetmek İçin Ne Yaptınız?


Soru: Namazlarımızı derin bir kulluk şuuruyla eda edebilmek için ne yapmak lazım?

İman ve namaz aynı döl yatağında neş’et etmişlerdir; namaz, imanın ikiz kardeşidir. İman, dinin ve diyanetin nazarî yanını teşkil eder; o nazarî yanın takviye edilmesi ve tabiatın bir derinliği haline getirilmesi ise ancak başta namaz olmak üzere diğer ibadetlerle mümkün olur. Bu itibarla da, denebilir ki; namaz pratik imandır, iman da nazarî bir namazdır. Dini yalnızca bir vicdanî kabulden ibaret görenler ve ibadet ü tâatı devreden çıkaranlar, mesleklerini din kategorisi içinde mütalaa ettikleri halde hiç farkına varmadan şirke girmekten kurtulamamışlardır. Evet, dinin direği namazdır. Namaz, mü’minin günde en az beş defa içine girip temizlendiği sonsuzluğa doğru akıp giden bir tevbe ırmağı ve arınma kurnasıdır. O, savaş meydanında mücadelenin kızıştığı en tehlikeli anlarda bile hakkı verilmesi gereken çok önemli bir vazife, emin bir sığınak, mühim bir kurbet vesilesi ve en kısa bir vuslat yoludur. Namazın bu hususiyetlerinden dolayıdır ki, Asr-ı saadetten günümüze kadar Hak dostları onu hayatlarının merkezine koymuş ve farzları ikâme etmekle yetinmeyerek her gün yüzlerce rek’at nafile kılmayı itiyad haline getirmişlerdir.

Namaz Âşıkları

Âbidlerin Rehberi Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) namaza göstermiş olduğu alâka, O’nun izini takip edenlerin gönüllerinde de ‘ibadetlerin özü’ne karşı derin bir iştiyak uyarmıştır. ‘Namaz benim gerçek göz aydınlığımdır’ diyen, başkalarının bir kısım şeylere arzu duymasının çok ötesinde bir istekle namaza karşı arzu duyduğunu her haliyle ortaya koyan, mübarek ayakları şişecek kadar kıyamda duran, bazen bir rek’atta bir kaç cüz’ü birden okumadan rükûya varmayan, haşyetle dolu yüreğinden el değirmeninin ya da kaynayan tencerenin sesi gibi hıçkırıklı ağlama sesi duyulan ve secde ederken Hak karşısındaki saygısından dolayı kıvrım kıvrım kıvranan Rasûl-ü Ekrem’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) namaz ibâdeti üzerinde hassâsiyetle durması Ashâb-ı kirâmın da birer namaz âşığı haline gelmelerine vesile olmuştur.

Öyle ki, Fudayl bin İyâz’ın ifadeleriyle söyleyecek olursak, Sahabe efendilerimiz, benizleri atmış, yüzleri sararmış bir şekilde sabahı karşılarlardı. Çünkü, gecenin çoğunu namazda geçirirlerdi. Bazen dakikalarca kıyamda kalırlar, bazen de uzun müddet secdeye kapanırlardı. Cenâb-ı Hakk’a içlerini dökerken, rüzgarlı bir günde sallanan ağaçlar gibi sallanır; gözlerinden, elbiselerini ve yeri ıslatacak kadar yaş dökerlerdi. Namazın lezzeti onlara bedenî yorgunluklarını unuttururdu ve o vuslat dakikaları hiç bitmesin isterlerdi. Sabah olunca, yüzlerine yağ sürerler, gözlerine sürme çekerler ve halkın içine sanki geceyi hep uykuyla geçirmiş ve iyice dinlenmiş gibi çıkarlardı.

Huzûr-ı ilâhîde bulunmanın manasını idrak etmiş ve Kur’an’ın tadını almış bir sahabînin şu hali onların namaza karşı iştiyaklarını göstermesi açısından ne kadar müthiştir: Peygamber Efendimiz, Zâtü’r-Rik’â gazvesinde Ammâr bin Yâsir ile Abbâd bin Bişr’i bir konak mahallinde gece nöbeti için vazifelendirmişti. Hazreti Ammâr’ın istirahati tercih ettiği bir sırada Abbâd bin Bişr kalkıp namaza durmuştu. O sırada bir müşrik bu iki sahabîyi farketmiş ve hemen üzerlerine ok yağdırmaya başlamıştı. Oklardan iki-üç tanesi Hazreti Abbâd’ın vücûduna isâbet ettiği halde, o, namazını bozmamış, ancak rükû ve secdesini yaptıktan sonra arkadaşını uyandırmıştı. Hazreti Ammâr, sıçrayıp kalkarken bir taraftan kaçan müşriğin ardından bakakalmış, diğer yandan da merakla ve heyecanla Abbâd bin Bişr’in vücudundan akan kanı ve isabet eden okları göstererek kendisini neden uyandırmadığını sormuştu. Hazreti Abbâd ise, ancak bir namaz aşığının söyleyebileceği şu cevabı vermişti: ‘Bir sûre (Kehf) okuyordum, (ayât-ü beyyinât o kadar tatlı idi ki) onu bitirmeden namazı bozmak istemedim. Fakat, oklar peşpeşe atılınca namazı tamamlayıp seni uyandırdım. Allâh’a yemin ederim ki, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi yarıda bırakarak namazı kesmektense ölmeyi tercîh ederdim.’

Her Gün Yüzlerce Rek’at Namaz

Evet, sahabe efendilerimiz ibadete, özellikle de namaza asla doymuyorlardı. Onların rahlesine oturmuş Hak erleri de birer namaz kahramanı olarak yetişiyorlardı. Mesela, Atâ ibn-i Ebî Rebâh (radiyallahü anh) yaşlandığı, zayıfladığı ve tâkatsiz düştüğü günlerde bile bir rek’atta Bakara sûresinden yüz ayet okuyordu. Namazdaki konsantrasyonu ona bedenindeki yorgunluğu hiç hissettirmiyordu.

Müslim b. el-Ferâhidî tebe-i tabiînin büyük imamlarından Şu’be b. Haccac (radiyallahü anh) hakkında şunu ifade ediyor: ‘Ne zaman Şu’be’nin yanına girdiysem -kerahet vakitleri dışında- onu hep namaz kılıyorken gördüm.’ Ebû Katan da şu ilavede bulunuyor: ‘Şu’be’nin rükûda beklediği süreye şahit olsaydınız ‘herhalde secdeye gitmeyi unuttu’ derdiniz; onu iki secde arasında otururken izleseydiniz bu defa da ‘galiba ikinci secdeyi unuttu’ diye düşünürdünüz.’

İşte, bu namaz sevdalılarının yaşadığı zaman diliminde günde yüz rek’at namaz kılmak adeta sıradan bir iş gibiydi. Onlar o kadar çok namaz kılıyorlardı ki, çoğunun ötelere yolculuğu bile seccadede başlıyordu; meselâ, tabiîn neslinden Ebû Ubeyde el-Basrî vefat ettiğinde kıyamdaydı ve namaz kılıyordu.

O dönemde, otuz-kırk sene, yatsının abdestiyle sabah namazını eda eden Vehb b. Münebbih, Tâvus b. Keysân, Saîd b. Müseyyeb ve İmam-ı A’zam gibi Hak dostlarının sayısı hiç de az değildi.

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, otuz sene cemâatle namazı ve hatta ilk tekbiri hiç kaçırmamıştı. Kalbine biraz da olsa dünyâ düşüncesinin dolduğunu ve namazın hakikatini duyamadığını hissetse, o namazı tekrar kılardı. Her gün dört yüz rek’at nafile kılmayı adet edinmişti. Otuz yıl boyunca yatsı namazından sonra hiç uyumadan ibâdetle meşgûl olmuştu. Muhadramûn’dan (Allah Rasûlü’nün çağına yetişmesine rağmen O’nu göremeyenlerden) Ebû Osman en-Nehdî de akşam ile yatsı arasında yüz rek’at namaz kılardı.

Bişr b. el-Mufaddal ve Bişr b. Mansur gibi gönül aleminin sultanları da her gün dört-beş yüz rek’at nafile kılanlar arasındaydı. Dahası, onca dünyevî ve idarî işle meşgul olması gereken Abbasi Devleti’nin seçkin halifelerinden Harun Reşid’in de hilafet süresi dahil ölene kadar her gün yüz rek’at namaz kıldığı nakledilmektedir ki, bu, o devirlerde ruhları saran ibadet iştiyakını göstermesi açısından önemli ve çok güzel bir misaldir.

Aslında, tabakâta (Hak dostlarını derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplara) bakılsa, bu konuda daha pek çok örnek bulmak mümkün olacak ve selef-i salihîn arasında günde yüzlerce rek’at namaz kılanların sayısının hiç de az olmadığı açıkça görülecektir.

Bir Seviye ve Gönül İşi

Bu arada, şu hususu da ifade etmeliyim: Tabiî ki, dinde asla zorluk yoktur; İslam ‘yüsr’ (kolaylık) üzere vaz’ edilmiştir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhi’s-salatü vesselam) kendisi ayakları şişene kadar namaz kıldığı halde ümmetine hep güçlerinin yettiği kadarını teklif etmiş ve onlara ibadet nev’inden bile olsa altından kalkamayacakları işleri üzerlerine almamaları tavsiyesinde bulunmuştur. Bu açıdan, hem namazı tam duyma hem de çokça namaz kılma meselesi bir seviye ve gönül işidir. Bütün mü’minler, ibadet konusunda hem keyfiyet hem de kemmiyet itibarıyla her zaman daha ileri ufuklara teşvik edilirler ama bu hususta bir zorlama söz konusu değildir.

Nitekim, Nur Müellifi, ‘Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir.’ derken dinin özündeki bu kolaylığa işaret etmiş ve objektif olan kaideyi göstermiştir. Yani, bütün insanları bağlayan bir hüküm söz konusu olduğunda, en zor şartlar altındaki kimselerin de nazar-ı itibara alınması gerektiği esasına binaen, nâmüsâit şartlara maruz kalan bazı mü’minlerin abdest de dahil bir saate sıkıştırmak suretiyle de olsa namazlarını mutlaka kılmaları gerektiğini ifade etmiştir. Ayrıca, Hazreti Üstad, ‘Sakın deme, ‘Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede!’ Zira bir hurma çekirdeği, mânen bir hurma ağacı gibidir.’ buyurarak, namaz kılarken onun manasını anlamayan ve gönlünde hissetmeyen âmi bir insanın bile amel defterine bir ibadet hissesi kaydolacağını belirtmiştir. Bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar pek çok mertebeler bulunduğu gibi, namazın da derece derece olduğunu ama her mertebedeki namazın mutlaka ibadetin nurundan pay aldığını söylemiştir. Hazreti Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, bizim gibi ümmîlerin ümidini bütün bütün kırmamak, insanları ye’se düşürmemek ve objektif olanı öne çıkarmak içindir. Evet, Cenâb-ı Hak herkesin namazına bir mükâfât ihsan eder; fakat, bizim burada üzerinde durduğumuz husus namazın hakikati, ruhu ve özüdür.

Bu itibarla, bir mü’min hiç olmazsa farz namazlarını mutlaka ‘ikâme’ keyfiyetiyle eda etmelidir. Yani, İşaretü’l-İ’caz’da da belirtildiği üzere, ‘namazda lâzım olan tâdil-i erkâna riayet etmek, ibadetin özündeki müdavemet ve muhafaza manalarını gözetmek’ suretiyle namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca yerine getirmeli, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmalıdır. Günde en az beş defa namaz adlı o tatlı su kaynağına koşmalı, onunla yunup yıkanmalı, hatalarından ve günahlarından arınarak tertemiz bir ruh haletiyle Mevlâ-yı Müteâl’e yönelmeli ve adeta her vakitte bir kere daha mi’rac yapmalıdır.

Namazın Özü ve Manası

Namazın özü, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh, ta’zîm ve O’na şükürdür. Evet, tesbîh, tekbîr ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedir. Ondandır ki, namazdaki bütün hareketlerde ve zikirlerde ‘Sübhânallah’, ‘Elhamdülillah’ ve ‘Allahu Ekber’ sözlerinin manaları gizlidir. Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, iftitah tekbîrinden selam vereceğimiz ana kadar biz, hemen her an söz, hal ve tavırlarımızla ya ‘Sübhânallah’ deyip Cenâb-ı Hakk’ı takdîs eder, ya ‘Elhamdülillah’ sözüyle hamd ü senâ hislerimizi seslendirir ya da ‘Allahu Ekber’ diyerek O’na ta’zimde bulunuruz. Namaza başlarken söylenen tekbîre, ibadete onunla başlandığı için ‘iftitah tekbîri’ dendiği gibi; namaz içinde bazı şeylerin yapılması bu tekbîrle haram kılındığı için ona ‘tahrim tekbîri’ ya da ‘ihram tekbîri’ de denmiştir. Aslında bu tekbîr, mâsivaya ait her şeyi kendine haram kılarak harem dairesine adım atma, bütün dünyevîlikleri kapının dışında bırakma ve yalnızca Sultan-ı Kâinat’a teveccühte bulunma adına bir söz vermedir. O andan itibaren, namazın bütün dakikalarına, saniyelerine ve saliselerine tesbîh, tahmîd ve tekbîr ruhunu işleme, bir manada bütün bütün namaz kesilme ve adeta namazlaşma ahdi demektir. Melekler, bu sözün gereğini yerine getirerek namazını ikâme eden bir âbidin âlem-i misâle yansıyan resmini çizseler, ihtimal ortaya namaz çıkar; o insan ancak mücessem bir namaz kesilmiş olarak resmedilebilir.

Evet, namazı hakkıyla ikâme etmek istiyorsanız, tekbîrle beraber mâsivâdan sıyrılmalı ve gönlünüzü sadece O’na açmalısınız. Dudaklarınızdan dökülen her kelimeye şuurunuzun mührünü basmalısınız. Mesela, ‘Elhamdülillah’ derken, bu sözün ne mana ifade ettiğini iyi bilmeli, onu derinlemesine mülahazaya almalı, ‘Kimden kime olursa olsun bütün hamd ü senâlar, bütün minnet ve şükürler Allah’a (Tebâreke ve Teâlâ) aittir; bu hakikati ilan benim vazifem, Hâlık-ı Kâinat’ın da hakkıdır.’ diye gürlemelisiniz. Böylece, o söz, Cenâb-ı Allah’a yükselirken üzerine yüklediğiniz o derin manalarla beraber yükselmeli. O’nun Rahmân ve Rahîm olduğunu ilan ederken, yine aynı derin duygularla dolmalısınız. ‘Mâlik-i yevmi’d-din’ hakikatini dile getirirken onun ihtiva ettiği manaları da üzerine bir damga gibi vurmalı ve Cenâb-ı Hakk’a o yüküyle beraber göndermelisiniz. Namaz sizin için de bir mi’rac olmalı ve siz Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Mi’rac’da duyduğu hakikatleri kendi idrak ufkunuzdan duymaya çalışmalısınız. Namazın bütün manalarını yudumlayarak adım adım yükselmeli, adeta birinci kat semada Hazreti Adem’le, ikinci kat semada Hazreti Yahya ve Hazreti İsa ile, üçüncü kat semada Yusuf Aleyhisselamla, derken diğer katlarda Hazreti İdris, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim’le görüşmeli, herbirinin hayatından ibretler almalı, huzurlarının insibağına ermeli ve bir adım daha atınca kendinizi haremgâh-ı ilâhîye girmiş gibi hissetmelisiniz. Namazın sonunda selam verir vermez de huzurun adabına riayet edememiş olma endişesiyle bir kere daha ellerinizi kaldırmalı, yine, tesbîh, tahmîd ve tekbîr cümleleriyle dergâh-ı ilahîye nazar etmeli ve namazın manasını te’kid eden o mübarek kelimeleri otuzüçer defa tekrarlamalısınız. İşte, namazı böyle engin duygu ve düşüncelerle ikâme etmek gerekiyorsa, onu geçiştiremezsiniz; öncesinde yapılması icab eden hazırlıkları tam yapmalı ve onu manasına uygun bir tarzda eda etmelisiniz.

İbadetlerimizin Çehresindeki Solgunluk

Diğer taraftan, şayet kendinizi i’lâ-yı kelimetullaha adadığınıza inanıyorsanız, böyle bir vazifenin ve ona adanmışlığın ne ifade ettiğini de iyi düşünmeli ve ona göre bir tavır belirlemelisiniz. İ’lâ-yı kelimetullah, Allah’a imana çağrıdır; Peygamber Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem), sâir erkân-ı imaniyeyi ve İslamiyeti kabule davettir. İ’lâ-yı kelimetullah, Allah’ın yüce adının her yerde duyulması, bir bayrak gibi dalgalanması ve ruh-u revân-ı Muhammedînin en karanlık köşelerde bile şehbal açması için çok ciddi cehd ü gayret ortaya koymaktır. İ’la-yı kelimetullah, zatında yüksek ve pek yüce olan ‘Lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah’ hakikatini yükseltme; onu dünyanın dörtbir yanında gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getirme demektir. Öyleyse, şayet siz, insanları Allah’ı bilmeye, O’nun mesajını dinlemeye, varlığın çehresindeki ilahî tecellileri okumaya ve Ma’bud-u Mutlak’a kulluğa çağırıyorsanız, önce kendiniz o ilahî mesaja kulak vermeli, o tecellileri okumalı, hakiki ve halis bir kul olmalı değil misiniz? Başkalarını kulluğa çağırdınız halde, kulluğun esası ve özü olan namaz gibi bir ibadeti tam eda etmiyorsanız, size yalancı demezler mi? Her defasında ‘hele şu işten bir sıyrılalım’ düşüncesiyle namaza duruyor ve onu aradan çıkarma duygusuyla sizin için bir kısım formalitelerden ibaret olan hareketleri yapmakla yetiniyorsanız, kendi kendinizi yalanlamış olmaz mısınız? Hemen aradan çıkaracak kadar değersiz gördüğünüz ve ancak bir an önce içinden sıyrılacak kadar değer verdiğiniz bir meseleye başkalarını çağırmanız manasız bir iş sayılmaz mı? Herkesi kendisine çağırdınız bir hakikatin sizin nazarınızda çok ciddi bir mesele olması lazım değil mi? Siz herhangi bir mesele üzerinde kemâl-i ciddiyetle durmuyorsanız, onun kıymetli olduğuna başkalarını nasıl inandıracaksınız ki!..

Zaten, müslümanlar olarak bizim en büyük dertlerimizden birisi ibadetlerimizin çehresindeki bu solgunluktur. Ne acıdır ki, camilerimiz ve oralarda saf tutan insanlar hazan yemiş yapraklar gibi; kimisi esniyor, kimisi uzanmış yatıyor, kimisi mihrapta bile dünya konuşuyor, kimisi bir an önce namazın bitmesini ve kendisini dışarıya atmayı bekliyor. Su-i zan etmek istemiyorum ama dışa akseden görüntü, -istisnalar olsa da genel itibarıyla- Allah’la tam alakası olmayan, Peygamberini iyi tanımayan, dedesinin camiye gittiğini gördüğü için mescidin yolunu tutan, babasınının namaz kıldığına şahit olduğundan dolayı onu taklîden safta yerini alan ve sadece şekilde, surette kalan kimselerin halini andırıyor. Bundan dolayı da, caminin ve camideki cemaatin hali başkalarına bir şey ifade etmiyor; ibadet, İslam’a çağıran bir hal dili olarak vazife görmüyor. Şayet, biz tam bir inanmışlık hali ortaya koysak, Hazreti Pîr-i Mugân’ın beyanıyla, ‘Ağzımız Kur’an-ı Kerim’i okurken, hal ve tavırlarımızla da onu temsil etsek, ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle göstersek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.’ Fakat maalesef, biz İslamiyeti kendi câzibesiyle yansıtamıyoruz.

Aslında, Müslümanlık bir farklılığın sesi ve soluğudur; hakiki bir mü’min namaz kılarken, onun rükûuna bakan ona hayran olmalı, secdedeki halini gören neredeyse bayılmalı, Mevlâ-yı Müteâl karşısında inlemesini duyan kendisinden geçmeli ve onunla beraber secdeye kapanmalıdır. İşte, İslam bu şekilde temsil edilmeyince karşı tarafta da mâkes bulmuyor; hiç kimse şekle bağlı yatıp kalkmalarda namazın ruhunu ve onun kutsî câzibesini göremiyor.

Tesir, Allah’la Münasebete Vâbestedir

Ayrıca, i’lâ-yı kelimetullah yolunda ortaya konan gayretlerin muvaffakiyetle neticelenmesi ancak Allahü Azimüşşân’ın kabulüne ve O’nun değerlendirmesine vâbestedir. Cenâb-ı Hak, kendisiyle irtibatı kavî olmayanları kat’iyen tesirli kılmaz. Onunla derin bir münasebet içinde bulunmayanlar, kime ne anlatırlarsa anlatsınlar hiç kimsenin ruhuna giremez, hiçbir kulu doğru yola iletemez ve tek kişiyi bile sıradan bir insan olmaktan çıkarıp kalb ve ruhun hayat derecesine yükseltemezler. Allah (celle celâlühü) yolundakilerin sesine-soluğuna değer atfeder; onların söz ve tavırlarına tesir lutfeder.

Bu açıdan da, Kur’an’ın hâdimleri, Hak nezdindeki kıymetlerini Allah’la münasebetlerinde aramalı ve şeklî, sûrî şeylerin dergâh-ı ilahîde bir kıymet ifade etmediğini bilmelidirler. Evet, bir hadis-i şerifte de vurgulandığı gibi, Allah Tealâ sizin şekillerinize, zahirî hallerinize, sûrî yatıp kalkmalarınıza değer vermez; Cenâb-ı Hak, ancak kalbî heyecanlarınıza, iç derinliklerinize ve gönlünüzden nebeân eden, içinizin yansıması olan samimi davranışlarınıza bakar ve onları değerlendirir. Şayet, davranışlarınızda kalbî bir derinlik yoksa ve onlar gönlünüzden kopup amel sahasına dökülmüyorsa, o zaman bütün cehd ü gayretiniz beyhûdedir.

Öyleyse, iman hizmetine adanmış ruhlar, hem ‘Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?’ (Saff, 61/2) itâbına (azarlama) muhatap olmamak, hem de ‘Neden insanları çağırdığınız hakikatleri hakkıyla temsil etmemek suretiyle yalancı durumuna düşüyor ve İslam’ın çehresini karartıyorsunuz?’ sualine maruz kalmamak için azamî gayret göstermelidirler. Konumuzla alakalı olarak da, farz namazları hakkıyla ikâme etmenin yanı sıra, tam bir namaz kahramanı haline gelebilmek için şu husulara çok dikkat etmelidirler:

Namaz Kahramanı Olabilmenin Üç Şartı

1. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bize bir hedef gösterirken, Cennet’te yüz mertebe bulunduğunu ve Firdevs’in, makam bakımından en yüksek derece olduğunu belirttikten sonra, ‘Allah Teâlâ’dan Cennet’i istediğiniz zaman, Firdevs’i isteyiniz.’ buyurarak, himmetimizi âli tutmamız gerektiğine işaret etmiştir. Dahası, bize Firdevs talebinden de öte isteklerde bulunma edebini öğretmiş ve Cenâb-ı Hak’tan neler isteyebileceğimizi gösteren dualar talim buyurmuştur. Ondan öğrendiğimiz dualar sayesindedir ki, sabah-akşam ‘Allah’ım, Cemâlini seyretme arzusuyla içimizi doldur, Sana kavuşma şevkiyle gönlümüzü coştur ve ötede Cemâlinle bizi serfiraz kıl’ diyoruz; Cemâlullah’ı müşahedeye, rıza-yı ilahîyi tahsile ve rıdvâna ermeye talip olduğumuzu ilan ediyoruz. Evet, Peygamber Efendimiz’den öğrendiğimiz bu dualar, asla dûnhimmet olmamamız ve himmetimizi hep âlî tutmamız gerektiğini salık veriyor.

Dolayısıyla, namazın hakikatini idrak etme hususunda da yüce himmetli olmalı; Cenâb-ı Hak’tan selef-i salihînin ibadet aşk u iştiyakını, onlardaki kulluk temkinini dilenmeli ve namazı şuurluca ikâme edebilmek için inâyet-i ilahiyeyi talep etmeliyiz. Belki herbirimiz şöyle demeliyiz: ‘Allah’ım, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz namazı hangi enginlikte ikâme ediyor idiyse, bana da o idraki lutfeyle; namazın manasını benim ruhuma da duyur. Rabbim, ben de Peygamber Efendimiz’in eda ettiği gibi namaz kılmak ve onu benliğimin bütün zerrelerinde duymak istiyorum.. namaz esnasında Sen’den başka bütün mülahazalara karşı kapanmayı ve tamamen namazlaşmayı arzu ediyorum.. Ne olur Allahım, bu lütfunu bana da nasip eyle!..’

Evet, peygamberâne bir ibadet ufkuna mazhar olmayı istemek peygamberlik istemek demek değildir. Bu talep, her hususta takip edilmesi gereken İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ibadet hayatı itibarıyla da örnek almak ve namazda daha bir derinleşmek talebidir. Sizin bu türlü bir duanız kat’iyen boşa gitmez. Bu duada istekli ve ısrarlı olursanız, Allah sizi mahrum etmez; inşaallah o sayede maiyyete ulaşırsınız. Siz bu kadarcık bir istek izhar edince Sultan-ı Ezelî de kendi ululuğu, azameti ve rahmetinin enginliği ölçüsünde Zât’ına yaraşır bir mukabelede bulunur. Bu açıdan, meâliye müştak olmak ve ulvi hedeflere göz dikmek himmeti âlî tutmanın ifadesidir; namazı ikâme hususunda da insan hep daha yükseklere tâlib olmalıdır.

2. Namazın hakikatini idrak etme isteği kavlî ve kalbî bir duadır; bu duanın fiilî yanını ise, en başta bu mevzuda yazılmış eserleri okumak teşkil eder. Namazı şuurluca kılmak isteyen bir mü’min şayet onunla alakalı üç-beş kitap okumamış, büyüklerin bu konudaki mütâlaalarını öğrenme gayretinde bulunmamış ve meselenin nazarî yanını dahi ihmal etmişse, onun bu talebinde samimi olduğu söylenemez. Öyleyse, namaz yolcusu ikinci adım olarak, gönlüne ibadet iştiyakı salacak, onu namazın nurlu iklimlerinde dolaştıracak ve mana aleminin büyüklerinin namazla alakalı engin anlayışlarını, derin duyuşlarını aktararak içine haşyet dolduracak makaleleri ve kitapları okumalıdır. Hazreti Üstad, bazı risaleleri önemli gördüğünden dolayı yüz on beş defa okuduğunu belirtmiştir. Bir mü’min, Zât-ı Uluhiyet hakikatıyla, iman esaslarıyla ve ibadetlerin mana buuduyla alakalı birkaç eseri hiç olmazsa birkaç defa gözden geçirmeli değil midir? Evet, Kur’an talebeleri, Hazreti Gazalî, Hazreti Mevlânâ ve Hazreti Bediüzzaman gibi Hak dostlarının namazla alakalı mütâlaalarını ve günümüzde kaleme alınmış namaza dair makaleleri mutlaka okumalı ve konuyla alakalı müzakerelerde bulunmalıdırlar.

3. Hem kavlî hem de fiilî duada ısrarlı olma, matlubu elde etme mevzuunda kararlı ve istikrarlı bir tavır ortaya koyma ve aktif sabırla, adım adım hedefe yürüme de neticeye ulaşma yolunda çok önemli diğer bir şarttır. Namaz sevdası tâlibin gönlüne hemen düşmeyebilir; insan birkaç günde, birkaç ayda, hatta birkaç yılda namaz hakikatini duyamayabilir. Dolayısıyla, talepte ve neticeye götürecek sebepleri yerine getirme mevzuunda ısrarlı olmak pek mühimdir.

Şayet, namaz kahramanlığına adaysanız, sizi o ufka taşıyacak bütün argümanları kullanmayı ihmal etmemelisiniz. Hangi ses, hangi soluk sizi şahlandırıyor ve kalbinizi coşturuyorsa, bir kere değil, belki yüz kere aynı vesileye başvurmalısınız. Belki bir kitabı onlarca kez okumalı, bir kaseti birkaç kere dinlemeli, bir büyüğün sözlerine defalarca kulak vermeli ve oturup kalkıp hep gözünüzü diktiğiniz hedefi düşünmelisiniz. ‘Olmuyor!’ diyerek, yoldan dönmeyi asla aklınıza getirmemeli ve kat’iyen aceleci davranmamalısınız. Unutmamalısınız ki, bu yolda belki senelerce sular gibi çağlayacak, pek çok kayaya çarpacak, ama her an biraz daha arınacak ve sonunda ummana ulaşacaksınız. Niyetinizin derinliği ve gayret ü himmetinizin yüceliği nisbetinde ötede siz de herbiri bir namaz aşığı olan ‘ilkler’in hemen arkasında yerinizi alacaksınız

[Alıntı yapılan yer]

Cenâb-ı Hakk’ın Huzûruna Girerken Ne Gibi Fikrî Bir Hazırlık Yapmalı ve O’nun Huzûrunda Neler Düşünmeliyiz?


Huzûr derken daha ziyade namaz gibi ibadetlerdeki huzûr kastediliyor zannediyorum. Eğer sorudaki huzûr bu manâda sorulmuşsa, zaten namaz bizzat kendisi huzûrdur. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, Mi’rac gibi huzûrun en mükemmel ve en münevveriyle şereflendirilmişti.. bu çok önemli hâlin bizim mahiyet menşûrumuza aksi namaz şeklinde olmuştu. Evet O’nun Mi’rac’tan bize getirdiği en kıymetli hediye namaz olmuştur. Bizler için mikro plânda namaz bir Mi’rac demektir. Bunu duyup doyabilmemiz için, bir rahmet eseri olarak, günde beş defa namazla huzura alınıyor ve Rabbimiz’e muhatap olma bahtiyarlığıyla şereflendiriliyoruz.

Efendimiz’in Mi’rac’da semaları dolaşması, Rabbimiz’le bizzat vicâhî olarak, perdesiz konuşması ve kendi idrâki vüs’atinde Cenâb-ı Hakk’ı, minvechin, perdesiz hicapsız müşâhedesi ve ardından namazı, bir armağan ve hediye olarak bize getirmesi, evet bu iki hâdise birbiriyle o denli irtibatlıdır ki,namazı Mi’rac’tan ayrı düşünmek mümkün değildir. Evet, namaz, Yazının devamını oku »

2012 in review


WordPress.com istatistik yardımcı maymunları bu blog için bir 2012 yıllık raporu hazırladılar.

İşte bir alıntı:

600 kişi 2012 yılında Everest dağın tepesine ulaştı. Bu blog 2012 içinde yaklaşık 5.900 kez görüntülendi. Everest dağın tepesine ulaşmış her kişi bu blogu görüntüleseydi, bu kadar çok hit alması 10 yıl sürerdi.

Raporun tamamını görmek için buraya tıklayın.

Namazın değişik fasıllarında okunabilecek duaların bir kısmı


Herkül nağme 225: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’den mervi olup namazın değişik fasıllarında okunabilecek duaların bir kısmı şunlardır:

RÜKÛ’DA: نﺎَﺤْﺒُﺳ َ ﻲﱢﺑَر َ ِﻢﻴِﻈَﻌْﻟا

“Sübhansın ya Rab! Seni tesbîh ederim, Sen noksan sıfatlardan, eksik ve kusurdan, şerik ve yardımcıdan münezzehsin, mütealsin” نﺎَﺤْﺒُﺳ َ ىِذ توُﺮَﺒَﺠْﻟا ِ تﻮُﻜَﻠَﻤْﻟاَو ِ ءﺎَﻳِﺮْﺒِﻜْﻟاَو ِ ِﺔَﻤَﻈَﻌْﻟاَو

Ceberût (esma-sıfat veya berzah âlemi), melekût (melâike ve ruhânilere mahsus âlem yani varlığın perde arkası), kibriya (ululuk) ve azamet sahibi Allah’ı tesbih ederim. ﻚَﻧﺎَﺤْﺒُﺳ َ ﻢُﻬﱠﻠﻟا َّ ﺎَﻨﱠﺑَر كِﺪْﻤَﺤِﺑَو َ ﻢُﻬﱠﻠﻟا َّ ﺮِﻔْﻏا ْ ﻲِﻟ

Seni tesbîh ederim Allahım.. Sana mahsus hamd ile Seni tesbih ederim ey her şeyin Rabbi benim de Rabbim.. Allahım, bağışla beni. حﻮﱡﺒُﺳ ٌ سوﱡﺪُﻗ ٌ بَر ُّ ﺔَﻜِﺋَﻼَﻤْﻟا ِ ِحوﱡﺮﻟاَو

Ey bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunan Sübbûh ve bütün üstün vasıfları, kemâl, fazilet ve güzellik sıfatlarını Zâtında cem eden Kuddûs; ey meleklerin ve Ruhun Rabbi! Seni tesbîh u takdîs ederim. نﺎَﺤْﺒُﺳ َ ﻪﱣﻠﻟا ِ هِﺪْﻤَﺤِﺑَو ِ نﺎَﺤْﺒُﺳ َ ﻪﱣﻠﻟا ِ ِﻢﻴِﻈَﻌْﻟا

Sübhansın ya Rab! Hamd ü senâ duygusuyla dopdolu olarak Seni tesbîh ederim. Ey yüce Allah’ım, Sen noksan sıfatlardan, eksik ve kusurdan, şerik ve yardımcıdan münezzehsin, mütealsin! ﺖﱠﻠَﻘَﺘْﺳاﺎَﻣَو ْ ﻪِﺑ ِ ﻲِﻣَﺪَﻗ ﻪﱠﻠِﻟ ِ بَر ِّ َﻦﻴِﻤَﻟﺎَﻌْﻟا ﻊَﺸَﺧ َ ﻲِﻌْﻤَﺳ يِﺮَﺼَﺑَو ﻲﱢﺨُﻣَو ﻲِﻤْﻈَﻋَو ﻲِﺒَﺼَﻋَو ﻢُﻬﱠﻠﻟا َّ ﻚَﻟ َ ﺖْﻌَﻛَر ُ ﻚِﺑَو َ ﺖْﻨَﻣآ ُ ﻚَﻟَو َ ﺖْﻤَﻠْﺳَأ ُ ﺖْﻧَأ َ ﻲﱢﺑَر

Allahım, Sana rükû ettim, Sana inandım ve Sana teslim oldum. Sen Benim Rabbimsin. Kulağım, gözüm, beynim, iliğim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.

RÜKÛ’DAN DOĞRULUNCA: ﺎَﻨﱠﺑَر ﻚَﻟَو َ ُﺪْﻤَﺤْﻟا

Ey Rabbimiz, hamd Sana mahsustur. اًﺪْﻤَﺣ اًﺮﻴِﺜَﻛ ﺎًﺒﱢﻴَﻃ ﺎًﻛَرﺎَﺒُﻣ ِﻪﻴِﻓ

Çokça, tertemiz, mübarek hamd ü senalar hep Allah’a mahsustur. ﺎَﻤُﻬَﻨْﻴَﺑ ءْﻞِﻣَو َ ﺎَﻣ ﺖْﺌِﺷ َ ﻦِﻣ ْ ءْﻰَﺷ ٍ ُﺪْﻌَﺑ ﺎَﻨﱠﺑَر ﻚَﻟ َ ﺪْﻤَﺤْﻟا ُ ءْﻞِﻣ َ تاَﻮَﻤﱠﺴﻟا ِ ضْرَﻷاَو ،ِ ءْﻞِﻣَو َ ﺎَﻣ

Rabbimiz, gökler dolusu, yer dolusu, aralarındaki her şey dolusu ve daha başka dilediğin şeyler dolusunca hamd Sana mahsustur. ﻚْﻨِﻣ َ ﱡﺪَﺠْﻟا ﻊِﻧﺎَﻣ َ ﺎَﻤِﻟ ﺖْﻴَﻄْﻋَأ َ َﻻَو ﻲِﻄْﻌُﻣ َ ﺎَﻤِﻟ ﺖْﻌَﻨَﻣ َ َﻻَو ﻊَﻔْﻨَﻳ ُ اَذ ﱢﺪَﺠْﻟا ﻞْﻫَأ َ ءﺎَﻨﱠﺜﻟا ِ ﺪْﺠَﻤْﻟاَو ِ ﻖَﺣَأ ُّ ﺎَﻣ لﺎَﻗ َ ﺪْﺒَﻌْﻟا ُ ﺎَﻨﱡﻠُﻛَو ﻚَﻟ َ ﺪْﺒَﻋ ٌ َﻻ

Ey mecd ü senâya lâyık Rabbimiz!.. Kulların -ki hepimiz Sana kuluz-söyleyeceği en lâyık söz şudur: Allahım, Senin ihsan ettiğine mâni olacak yoktur. Senin mani olduğunu da lütfedecek yoktur. Sana karşı hiçbir şan ve şeref sahibine, şan ve şerefinin bir faydası dokunmaz. ِﺲَﻧﱠﺪﻟا ﻦِﻣ َ بﻮُﻧﱡﺬﻟا ِ ﺎَﻳﺎَﻄَﺨْﻟاَو ﺎَﻤَﻛ ﻰﱠﻘَﻨُﻳ بْﻮﱠﺜﻟا ُ ﺾَﻴْﺑَﻷْا ُ َﻦِﻣ ﻢُﻬﱠﻠﻟا َّ ﻲِﻧْﺮﱢﻬَﻃ ﺞْﻠﱠﺜﻟﺎِﺑ ِ دَﺮَﺒْﻟاَو ِ ءﺎَﻤْﻟاَو ِ دِرﺎَﺒْﻟا ِ ﻢُﻬﱠﻠﻟا َّ ﻰِﻧْﺮﱢﻬَﻃ

Allahım beni kar, dolu ve soğuk suyla temizle. Allahım, beni günahlardan ve hatalardan beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi temizle.

SECDEDE: نﺎَﺤْﺒُﺳ َ ﻲِﺑَر َّ ﻰَﻠْﻋَﻷا

“Sübhansın ya Rab! Seni tesbîh ederim, Sen noksan sıfatlardan, eksik ve kusurdan, şerik ve yardımcıdan münezzehsin, yücesin” ﻚَﻧﺎَﺤْﺒُﺳ َ ﻢُﻬﱠﻠﻟا َّ ﺎَﻨﱠﺑَر كِﺪْﻤَﺤِﺑَو َ ﻢُﻬﱠﻠﻟَا َّ ﺮِﻔْﻏا ْ ﻲِﻟ

Ey Rabbimiz olan Allahım, Seni Sana mahsus olan hamd ile tesbih ederim. Allahım, beni mağfiret eyle. ﺎَﻤَﻛ ﺖْﻴَﻨْﺛَأ َ ﻰَﻠَﻋ َﻚِﺴْﻔَﻧ ﻚِﺘَﺑﻮُﻘُﻋ ،َ ذﻮُﻋَأَو ُ ﻚِﺑ َ ﻚْﻨِﻣ ،َ ﻻَ ﻰِﺼْﺣُأ ءﺎَﻨَﺛ ً ﻚْﻴَﻠَﻋ َ َﺖْﻧَأ ﻢُﻬﱠﻠﻟا َّ ﻰﱢﻧِإ ذﻮُﻋَأ ُ كﺎَﺿِﺮِﺑ َ ﻦِﻣ ْ ﻚِﻄَﺨَﺳ ،َ ﻚِﺗﺎَﻓﺎَﻌُﻤِﺑَو َ ْﻦِﻣ

Allahım, gazabından rızana, azabından afiyetine, Senden Sana (celâlinden cemâline) sığınırım. Zâtını senâ ettiğin ölçüde Seni senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim. ﻲِﻣَﺪَﻗ ﻪﱠﻠِﻟ ِ بَر ِّ َﻦﻴِﻤِﻟﺎَﻌْﻟا ﻲِﻣَدَو ﻲِﻤْﺤَﻟَو ﻲِﻤْﻈَﻋَو ﻲِﺒَﺼَﻋَو ﺎَﻣَو ﺖﱠﻠَﻘَﺘْﺳا ْ ِﻪِﺑ كَرﺎَﺒَﺗ َ ﻪﱠﻠﻟا ُ ﻦَﺴْﺣَأ ُ ﻦﻴِﻘِﻟﺎَﺨْﻟا ،َ ﻊَﺸَﺧ َ ﻲِﻌْﻤَﺳ يِﺮَﺼَﺑَو ﻰِﻬْﺟَو َ ىِﺬﱠﻠِﻟ ﻪَﻘَﻠَﺧ ُ هَرﱠﻮَﺼَﻓ ،ُ ﻖَﺸَﻓ َّ ﻪَﻌْﻤَﺳ ُ هَﺮَﺼَﺑَو ،ُ ﻢُﻬﱠﻠﻟا َّ ﻚَﻟ َ تْﺪَﺠَﺳ ،ُ ﻚِﺑَو َ ﺖْﻨَﻣآ ،ُ ﻚَﻟَو َ ﺖْﻤَﻠْﺳَأ ،ُ َﺪَﺠَﺳ

Allahım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkaran (Yaradan)’a secde etti. En güzel yaratıcı olan Allah, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir. حﻮﱡﺒُﺳ ٌ سوﱡﺪُﻗ ٌ بَر ُّ ﺔَﻜِﺋَﻼَﻤْﻟا ِ ِحوﱡﺮﻟاَو

Ey bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunan Sübbûh ve bütün üstün vasıfları, kemâl, fazilet ve güzellik sıfatlarını Zâtında cem eden Kuddûs; ey meleklerin ve Ruhun Rabbi! Seni tesbîh u takdîs ederim” ِﺔَﻤَﻈَﻌْﻟاَو ﻪَﺘﻴِﻧَﻼَﻋَو ،ُ نﺎَﺤْﺒُﺳ َ ىِذ توُﺮَﺒَﺠْﻟا ِ تﻮُﻜَﻠَﻤْﻟاَو ِ ِءﺎَﻳِﺮْﺒِﻜْﻟاَو ﻢُﻬﱠﻠﻟا َّ ﺮِﻔْﻏا ْ ﻲِﻟ ﻲِﺒْﻧَذ ﻪﱠﻠُﻛ ،ُ ﻪﱠﻗِد ،ُ ﻪﱠﻠِﺟَو ،ُ ﻪَﻟﱠوأ ُ هَﺮِﺧآَو ،ُ ُهﱠﺮِﺳ

Allahım, bütün günahlarımı, küçüğünü-büyüğünü, evvelini-âhirini, açığını-gizlisini bağışla. Ceberût (esma-sıfat veya berzah âlemi(, melekût (melâike ve ruhânilere mahsus âlem yani varlığın perde arkası), kibriya (ululuk) ve azamet sahibi Allah’ı tesbih ederim.

İKİ SECDE ARASINDA: ﻲِﻨْﻗُزْراَو ، ﻲِﻨْﻌَﻓْراَو ﻢُﻬﱠﻠﻟا َّ ﺮِﻔْﻏا ْ ﻲِﻟ ﻲِﻨْﻤَﺣْراَو ﻰِﻨِﻓﺎَﻋَو ﻲِﻧْﺮُﺒْﺟاَو ﻲِﻧِﺪْﻫاَو

Allahım, beni bağışla, bana merhamet eyle, bana afiyet lütfeyle, beni hidayet eyle, bana rızık ihsan eyle, benim eksiğimi-gediğimi gider, kırığımı-döküğümü sar ve beni yücelt. ﺎﻴِﻘَﺷ بَر ِّ ﺐَﻫ ْ ﻰِﻟ ﺎًﺒْﻠَﻗ ﺎﻴِﻘَﺗ ﺎﻴِﻘَﻧ ﻦِﻣ َ كْﺮﱢﺸﻟا ِ ﺎﻳِﺮَﺑ َﻻ اًﺮِﻓﺎَﻛ َﻻَو

Rabbim, bana, talihsiz ve nankör olmayan, şirkten arınmış, pak, takva duygusuyla dopdolu bir kalb lütfet. ُمَﺮْﻛَْﻷا بر ِّ ﺮِﻔْﻏا ْ ﻢَﺣْراَو ْ زَوﺎَﺠَﺗَو ْ ﺎﱠﻤَﻋ ﻢَﻠْﻌَﺗ ،ُ ﻚﱠﻧِإ َ ﺖْﻧَأ َ ﱡﺰَﻋَْﻷا

Rabbim, bağışla, merhamet et, hata ve günahlarım hesabına bildiklerini işlenmemiş say, affet; şüphesiz ki Sen yegane Aziz ve yegane Kerimsin.

TEŞEHHÜDDE: ﺖْﻧَأ َ رﻮُﻔَﻐْﻟا ُ ُﻢﻴِﺣﱠﺮﻟا ﻻِإ َّ ﺖْﻧَأ ،َ ﺮِﻔْﻏﺎَﻓ ْ ﻰِﻟ ةَﺮِﻔْﻐَﻣ ً ﻦِﻣ ْ كِﺪْﻨِﻋ ،َ ﻰِﻨْﻤَﺣْراَو َﻚﱠﻧِإ ﻢُﻬﱠﻠﻟا َّ ﻰﱢﻧِإ ﺖْﻤَﻠَﻇ ُ ﻰِﺴْﻔَﻧ ﺎًﻤْﻠُﻇ اًﺮﻴِﺜَﻛ ، ﻻَو َ ﺮِﻔْﻐَﻳ ُ َبﻮُﻧﱡﺬﻟا

Allah’ım, muhakkak ben nefsime namütenahî zulümde bulundum; günahları bağışlayacak Senden gayrı kimse yoktur. Nezd-i Uluhiyetinden hususi ve sürpriz bir mağfiretle beni yarlığa, bana merhamet et; şüphesiz ki Sen yegâne Gafûr ve Rahîm’sin. مﱢﺪَﻘُﻤْﻟا ُ ﺖْﻧَأَو َ ﺮﱢﺧَﺆُﻤْﻟا ُﻻَ ﻪَﻟِإ َ ﻻِإ َّ َﺖْﻧَأ ﺖْﻨَﻠْﻋَأ ،ُ ﺎَﻣَو ﺖْﻓَﺮْﺳَا ُ ﺎَﻣَو ﺖْﻧَأ َ ﻢَﻠْﻋَأ ُ ﻪِﺑ ِ ﻲﱢﻨِﻣ ، َﺖْﻧَأ اَ ﻢُﻬﱠﻠﻟ َّ ﺮِﻔْﻏا ْ ﻲِﻟ ﺎَﻣ ﺖْﻣﱠﺪَﻗ ُ ﺎَﻣَو تْﺮﱠﺧَأ ،ُ ﺎَﻣَو تْرَﺮْﺳَأ ُ ﺎَﻣَو

Allahım, geçmiş-gelecek, gizli-açık ve haddi aşarak işlediğim bütün günahlarımı mağfiret buyur ve bunlardan da öte Senin benden çok daha iyi bildiğin günahlarımı da bağışla. Öne geçiren de, geri bırakan da Sensin. Senden başka ilâh yoktur. ِتﺎَﻤَﻤْﻟاَو ﺔَﻨْﺘِﻓ ِ ﺢﻴِﺴَﻤْﻟا ِ لﺎﱠﺟﱠﺪﻟا ،ِ ذﻮُﻋَأَو ُ ﻚِﺑ َ ﻦِﻣ ْ ﺔَﻨْﺘِﻓ ِ ﺎَﻴْﺤَﻤْﻟا ﻢُﻬﱠﻠﻟَا َّ ﻲﱢﻧِإ ذﻮُﻋَأ ُ ﻚِﺑ َ ﻦِﻣ ْ باَﺬَﻋ ِ ﺮْﺒَﻘْﻟا ،ِ ذﻮُﻋَأَو ُ ﻚِﺑ َ ْﻦِﻣ

Allahım, kabir azabından Sana sığınırım. Allahım, Mesih-i Deccal’ın fitnesinden Sana sığınırım. Allahım, hayatın ve ölümün fitnesinden Sana sığınırım. ﺎَﻴْﺤَﻤْﻟا تﺎَﻤَﻤْﻟاَو ،ِ ﻦِﻣَو ْ ﺮَﺷ ِّ ﺔَﻨْﺘِﻓ ِ ﺢﻴِﺴَﻤْﻟا ِ ِلﺎﱠﺟﱠﺪﻟا ﻚِﺑ َ ﻦِﻣ ْ باَﺬَﻋ ِ ﻢﱠﻨَﻬَﺟ َوَ ﻦِﻣ ْ باَﺬَﻋ ِ ﺮْﺒَﻘْﻟا ِ ﻦِﻣَو ْ ِﺔَﻨْﺘِﻓ ﻢُﻬﱠﻠﻟَا َّ ﻲﱢﻧِإ ذﻮُﻋَأ ُ ﻚِﺑ َ ﻦِﻣ ْ ﻢَﺛْﺄَﻤْﻟا ِ مَﺮْﻐَﻤْﻟاَو ،ِ ﻢُﻬﱠﻠﻟَا َّ ﻲﱢﻧِإ ُذﻮُﻋَأ

Allahım, borçtan ve günahtan Sana sığınırım. Allah’ım, Cehennem azabından, kabir azabından, hayatın ve ölümün fitnesinden, Mesih-i Deccal’ın fitnesinden Sana sığınırım.

Namazın kıyamı rükûu ve secdesinde okunabilir dualar


225. Nağme: Namazın Kıyâmı, Rükûu ve Secdesinde Neler Okunabilir?

Kıymetli arkadaşlar,

Maalesef çocukluğumuzdan itibaren namazı bir kalıp şeklinde öğrendik, yalnızca bazı cümleleri tekrar edip bir kısım hareketleri yapınca onu eksiksiz eda ettiğimize kanaat getirdik. Dolayısıyla, ekseriyetimiz itibarıyla ve çoğu zaman namazı, özellikle de rükû ve secdeleri adeta geçiştirdik.

Oysa, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz namazı ikâme ederlerken rükûu kıyamına yakın, secdesi de rükûuna denkti. O, bazen bir rekâtta Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûrelerini okurdu; rükûda duruşu da ona eşti; hemen bütün rükünleri kulluk ve dua hesabına tam değerlendirirdi. Bazen O’nun nafile olarak kıldığı bir rekât namaz, bizim hatimle kıldığımız teravih namazı kadar sürerdi. Bir hadis-i şerifte bu husus açıkça anlatılmış ve şöyle denmiştir: “Rasûlullah (aleyhissalatü vesselam)’ın kıyamı, rükûu, rükûdan sonraki ayakta bekleyişi, secdesi, iki secde arasındaki oturuşu ve teşehhüddeki oturuşu neredeyse birbirine denk uzunlukta idi.” (Müslim, Salât 193) Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu namazın her anını dualarla bezer, donatır ve Allah’a yakarışla doldururdu.

Peki, acaba biz namazımızı nasıl o şekilde eda edebiliriz; ya da namazda daha neler okuyabilir, hangi duaları yapabiliriz?

Hanefi mezhebine göre, “dünya kelamı” ve “beşer sözü” kategorisinde olan ifadelere namazda yer verilemez. Nitekim, “sübhaneke” duası içindeki “ve celle senaüke” kaydının (sadece cenaze namazında okunan kısım) farz namazlarda okunmamasının sebebi bu düşünce ve bu anlayıştır. Rasûl-ü Ekrem’den (aleyhi ekmelüttehaya) nakledilmiş olan rivayetlerin namazda okunabilmesi için, onun hadis kriterleri açısından en az “meşhur hadis” olması gereklidir. Diğer mezheplerin bu konuda böylesi bir şartı yoktur. Bununla beraber, ihtiyatlı davranarak Kur’an-ı Kerim’de zikredilen veya Efendimiz’in beyanı olduğunda şüphe bulunmayan dualar tercih edilerek namazın genelinde ve bilhassa secdede Cenâb-ı Hakk’a çokça yakarmak lazımdır. Bu hususta “el-Kulûbü’d-Dâria” kitabının giriş bölümünde ve muhterem Hocaefendi’nin “Dua Mecmuası” isimli eserinde Efendimiz’den nakledilen dualardan, ayrıca Peygamberimizin her sabah ve akşam okudukları evrâd ü ezkârdan istifade edilebilir.

Mesela, rükûda hakkını vere vere, kelimeleri güzelce telaffuz ederek -bazı fukahaya göre- bir kere “Sübhâne rabbiye’l-azîm” demek şarttır. Bu tesbih, çok hızlı söyleniyorsa ve söyleyen ne dediğinden habersizse, onun mânâsı yoktur ve adeta söylenmemiş gibidir. Bazı fukahaya göre ise, onu en az üç defa söylemek gerekir; beş ya da dokuz defa tekrar edilebileceği de belirtilmiştir. Onun için, rükûda ve secdede en az üç defa, yavaş yavaş, kelimeleri tam telaffuz ederek bu tesbih söylenebilir. Ardından da yukarıda ifade etmeye çalıştığımız şartlara uygun dualar kalb ibresi O’na tam yönelmişliği ihsas ettireceği ana kadar tekrar edilebilir. Zaten ancak bu şekilde eda edilen bir namaz “ikâme edilmiş” sayılır, diğerleri sadece “kılma”dır.

Aslında, çoğu zaman dîk-ı elfazdan (kelime darlığından) dolayı kullandığımız “namaz kılmak” tabiri, bir işi hakkıyla eda etmeyi değil onu yapmış gibi olmayı çağrıştırmakta ve bir sun’îlik taşımaktadır; “kılmak” yerine “ikâme etmek” demek daha isabetli olacaktır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de elliden fazla ayette namaz (salât), “ikâme” fiilinin muhtelif kipleriyle birlikte zikredilmektedir. Ayrıca, pek çok ayette “Namazı ikâme edin!” buyrulmaktadır. Evet, “ikâme etmek”; namazın içinde yer alan kıyam, rükû, secde gibi rükünleri yerli yerinde, düzgün şekilde, sükûnet içinde, hakkını vererek yapmak ve bir manada “dinin direği”ni itina ile ayağa kaldırıp yerine koymak demektir.

Şu kadar var ki, insan farklı duaları uzun uzun tekrar etme, rükû ve secdeyi kıyama denk götürme işini yalnız başına namaz kıldığı zaman yapmalıdır. İmam’ın cemaati bıktıracak ya da ihtiyaç
Yazının devamını oku »

« Older entries