Beşinci Söz – Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek


بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

اِنَّ اللّهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَوْا وَالَّذِينَ هُمْ مُحْسِنُوَن

Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakikî bir vazife-i insâniye ve ne kadar fıtrî, münasib bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu görmek istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Seferberlikte bir taburda biri muallem, vazifeperver; diğeri acemi, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer, tâlime ve cihâda dikkat eder, erzak ve tayinâtını hiç düşünmezdi. Çünki anlamış ki; onu beslemek ve cihâzâtını vermek, hasta olsa tedâvi etmek, hattâ indel- hâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi, tâlim ve cihaddır. Fakat Bâzı erzak ve cihâzât işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa: Ne yapıyorsun? Yazının devamını oku »

Üçüncü Söz: Ibadet buyuk bir ticaret ve saadet


بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا

İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet. Fısk ve Sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle…

Bir vakit iki asker, uzak bir şehire gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler; tâ, yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: «Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan, ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaatı olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, Yazının devamını oku »

Bir Hatıra ve Namaza Dikkat


Hiç unutamayacağım insanlardan birisi de muhterem Mehmet Kırkıncı Hoca’nın rahmetli babası, Celal Efendi’dir. Celal Efendi, Medine’de mücâvir (mübarek bir yerde inzivaya çekilip ibadet eden, kendini o yerin hizmetine adayan), kıymetli bir insandı. Orada vefat etti ve oraya defnedildi. Yanına gittiğimde çok yaşlanmıştı. İlerleyen yaşına ve rahatsızlıklarına rağmen namazlarını aksatmıyor, sünnetleri de ayakta kılıyordu. Ama oturup kalkmakta zorlandığı için namazlarını yatağının yanında kılıyor; ayağa kalkabilmesi için yatağa tutunması gerekiyordu. Bu şekilde tamamladığı bir namazdan sonra bana demişti ki, Yazının devamını oku »

Namaz kil huzuru bul!


Bir kader – denk an

Uykusuzluktan bîtap düştüğüm hâlde gözüme uyku girmiyor. Bu sıkıntı nasıl atlatılır? Yatağımda sağa sola dönüyorum, olmuyor. Kalkıp pencereden dışarı bakıyorum, dışarısı da ruhum gibi kapkaranlık… Nefes alıp vermem düzensizleşiyor, içimdeki sıkıntı büyüdükçe büyüyor, ağlamak istiyorum. Nasıl kurtulacağım bu sıkıntılardan? Bu nasıl bir hayat?!.. Tekrar yatağa giriyorum, sağa dön, sola dön, olmuyor. Uyandığımda saat on olmuş, nasıl uyudum ben de bilmiyorum. Yüzümü yıkıyorum, kahvaltıya oturuyorum, birkaç lokma bir şeyler yiyip dışarı çıkıyorum. Çocukların sesi kafamı şişiriyor, o kadın komşusuna neden böyle bağırıyor? Cebimde ne kadar para var, bilmiyorum. Otobüs parası çıkar; ama ben bu dertlerin içinden nasıl çıkarım onu bilemiyorum. Ölsem annemin dışında kimsenin umurunda olmaz, o çok ağlar, çok üzülür. Dernekteki arkadaşlar için ölümüm bir şey ifade etmez. Biri gider, biri gelir ne de olsa. En iyisi ölmemek. Hani rahat bir hayatım olsa, biraz da param, sonra yazın tatile gitsem güzel bir yere. Kışın hiç üşümesem, saatlerce otobüs(te) beklemesem, arabam olsa ne rahat olurdu! Hayaller, muavinin gideceğimiz istikameti bağırarak söylemesine kadar süren güzel hayaller…

Bilgisayar işinden iyi de para kazanıyorum; ama ne oluyor?!.. Oraya borcum var ödeyemiyorum, buradan ödünç aldım veremedim, başka yere şunu götürmem gerek. Elde bir şey yok. Kazandığım nereye gidiyor?

Dernekteki arkadaşlarla kurtuluş plânları yapıyoruz. Hükümet devirip hükümet kuruyoruz(!) Bir de sürekli para-pul hesabı. Gün böyle bitiyor. Akşam altı civarı dernekten çıkıp evin yolunu tutuyorum. Dönüş parası kalmadığı için 4-5 kilometre yürümem gerek. Karanlığa kalıyorum. Araba kornaları, işportacılar, kestane satanlar, dershanelerden çıkan öğrenciler ve paydos eden işçilerin arasında sıyrılıp eve kestirmeden varmak istiyorum. Tren garına giriyorum. Kalkmak üzere olan bir tren ve yolcuları uğurlamaya gelen akrabalar, arkadaşlar ve dostlar. Sıkıntılarımı yüklesem şu trene gider mi?..

Demir yolunun kenarından, çakıl taşlarına basarak yavaş yavaş gidiyorum. Belim hafif ağrımaya başlıyor. Demiryolu işçileri kulübelerinde çay içiyorlar. O sırada yanımdan üç dershane öğrencisi geçiyor; ellerinde kitapları, deneme imtihanlarından memnuniyetlerini belirtiyorlar. Başlarında türban var. Bir soğukluk hissediyorum; ama bir yanım da sızlıyor: “Haksızlık ediyorsun.” diyor. Yine de diğer yanım üstün geliyor.

Öğrenciler gecekondu semti Şakirpaşa’ya doğru yol alırken ben caddeye inip son bir kilometrelik yolumu adımlamaya devam ediyorum. Arabalar yarım karış yanımdan vızır vızır geçiyor. Moloz döküntüleri içinde ayağım burkula burkula yürüyorum ve dengemi kaybedip düşüyorum. Söylenerek kalkıp devam ediyorum. Biraz ilerledikten sonra asfalta çıkıp ölüme on santim mesafede yürümeyi tercih ediyorum. Bir yaş boşanıyor gözümden. Bıkkınlığın, çaresizliğin, ümitsizliğin ve bir eksikliğin gözyaşı. Karanlıkta kimseler görmüyor, zaten görmelerini de istemem.

Eve geliyorum, kapıyı çalıp bekliyorum. Küçük kardeşim açıyor kapıyı. Yüzüne bile bakmadan odama girip üstümü değiştiriyorum. Annem gelip “Yemek yer misin?” diye soruyor. Yemeği beğenmediğim için Yazının devamını oku »

Ruhun Cesetten Nasıl Çekildiği ve Namaz


Herkes, ölürken başka bir şey hisseder.. ve hiç kimse, hissettiği şeyi ifade etme fırsatı bulamadığı için, kimin ne hissettiğini şimdiye kadar öğrenmek de mümkün olmamıştır. Ne var ki, yine de umumî bazı şeyler söyleyebiliriz:

Güzel yaşamış olanlar, güzel şeyler hissederler; kötü yaşamış olanlar da, kötü şeyler. Güzel yaşayan, tebessüm ederek ve tatlı şeyler müşâhede ederek gider. Perispirisi kendisinden ayrılıp giderken, geride bıraktığı ceset tebessüm eder. Ağzına lokum verilen sünnet çocuğunun, sünnet olurken farkına varmaması misali, nebi ve şehit ruhları kabzolurken Cennet pencereleri açılır ve -Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesiyle- onların ruhları testiden suyun rahatça akması gibi çıkar.. ve ruhları çıkarken, bedenleri de gidecekleri yerin müşâhedesiyle beşaşet içindedir. İyi insan için ölüm, hiç de korkulduğu gibi değil, aksine çok tatlı ve lezzetlidir.. verâsı da öyle…

Uhud’da şehit olan Abdullah İbn Amr için, oğlu Câbir’e (radıyallâhu anhüma) Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Bilir misin, Allah babanı nasıl karşıladı? Bunu ne göz görmüş, ne kulak duymuş, ne de bir beşer tahattur edebilmiştir. Öyle karşıladı ki tarif edilmez. Baban dedi ki: “Yâ Rabbi, beni dünyaya iade buyur da, şu tatlı ölümün neşvesini arkada kalanlara da anlatayım.” Allah, “Artık geriye dönme yok; o bir kereydi ve artık bitti. Fakat Ben, sizin durumunuzu onlara haber veririm.” buyurdu.[1] Sonra da, şu âyet nazil oldu: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma, hayır (onlar) diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar.”[2] Bu, Allah yolunda şehit olan herkes için mutlaka bir bişarettir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), vefatı hengâmında her kendine gelişinde “Namaz, namaz!…” diyordu; Hz. Ömer (radıyallâhu anh) da, aynen Efendisi gibi “Namaz, namaz! …” diyerek vefat etmişti. Hz. Halid b. Velid (radıyallâhu anh) da, vefat anında “Atım, kılıcım, getirin onları, son bir kere daha göreyim.” diye inliyordu. Hanzala’nın (radıyallâhu anh), Sa’d b. Muaz’ın (radıyallâhu anh) vefatlarına gökler ağlayıp harekete geçiyor, melekler gasl ve definlerine iştirak ediyorlardı. Osman Efendimiz (radıyallâhu anh) Kur’ân okurken, Ali Efendimiz (radıyallâhu anh) camiye giderken şehit ediliyordu. Bunlara karşılık, çokları da içki masasında, kumar başında, fuhuş yuvasında son nefesini veriyordu. Evet, nasıl yaşamışlarsa öyle ölüyorlardı…

Firavunlaşmış ruhlar, dikenlere takılmış ipek gibi çekilir. Dubleleri kendilerini bırakıp giderken, geride işmizaz ve ekşi yüzler bırakır. Melekler, böylelerinin canlarını çok çetin alırlar. Onların canları, dikenlere takılmış pamuğun ayıklanması gibi çok zor çıkar.

[1] İbn Mâce, cihad 16.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/169.

Komada namaz vaktini sordu


Ömrünü Kur’an ve Risale-i Nur hizmeti ile geçiren Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Mehmet Emin Birinci vefat etti.

Bir süredir kanser tedavisi gören Birinci, dün Üsküdar Hospital Türk hastanesinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Birinci’nin cenazesi bugün Fatih Camii’nde kılınacak ikindi namazını müteakip Eyüp Sultan Kabristanı’nda toprağa verilecek. M. Emin Birinci’nin sık sık komaya girdiği son dönemlerinde kendine geldiği anlarda, yanındakilere ilk sorduğu sorunun ‘namaz vakti çıktı mı?’ olduğu aktarıldı. Mehmet Emin Birinci, 1933’te Rize-Pazar Hisarlı köyünde dünyaya geldi. Bediüzzaman Said Nursi’yi ilk defa 1953’te İstanbul’da ziyaret etti. Öğretmenliği bırakan Birinci, Risale-i Nur’un neşir hizmetinde bulundu. Birinci, Nur Risalelerini matbaada ilk bastıranlar arasında yer alıyor. Ömrünün sonuna kadar Nur Risalelerinin yayılması ve okunması için gayret gösterdi.

Komada namaz vaktini sordu

Bir süredir kanser tedavisi gören Mehmet Emin Birinci dün tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. M. Emin Birinci tam anlamıyla bir ‘namaz kahramanı’ydı. Namazı vaktinde kılmasıyla tanınan M. Emin Birinci, ziyaretine gelenleri de bu konuda teşvik ederdi: “Namazlarınızı vaktinde kılın. İkindi ezanı okununca, ‘akşama iki saat var’ demeyin.” Birinci’nin son zamanlarında sık sık komaya girdiği aktarıldı. M. Emin Birinci’nin komadan çıkıp kendine geldiğinde yakınında bulunan doktor veya hemşirelere ilk sorduğu sorunun ‘namaz vakti çıktı mı?’ olduğu aktarıldı.

Hastanede yaşanan bir olay, onun namaza ne kadar ehemmiyet verdiğini de gösteriyor; Birinci, yine bilincini kaybediyor, koma haline giriyor. Yükselen ve şiddetlenen ağrı ve sızılar biraz azalınca namaz kılmak istiyor. Zor da olsa abdest alıyor. Bu esnada biraz sendeliyor ama kimseden yardım almadan abdestini tamamlıyor. Doktor ‘hiç olmazsa oturduğu yerde kılmasını’ söylüyor. Birinci, bu kez doktorun tavsiyesine kısmen riayet ediyor; “Sünnetleri oturarak kılarım ama farzı ayakta kılmak lazım.” diyor. M. Emin Birinci’nin ziyaretine gelenlere ise “Elhamdülillah iyiyim. Bizim hastalık ne ki? Yan odada bir hasta var; gece sabahlara kadar inliyor.” diyerek teselli verdiği aktarıldı.

Birinci, Necmeddin Şahiner’in ‘Son Şahitler’ kitabında Bediüzzaman ile tanışmasını şöyle aktarıyor: “Fatih’e gittim, Reşadiye Oteli’ni buldum. Üstad’ın elini öptüm. Hz. Üstad da alnımdan öperek nereli olduğumu ve ne yaptığımı sordu. Dilim tutulmuştu. Üstad bana dönerek, ‘Seni, hem Zübeyir, hem Bayram, hem Ceylân, hem Hüsnü, hem Tahirî, hem de Abdülmuhsin gibi kabul ettim. Risale-i Nur’a hizmet eyle.’ dedi.”

M. Emin Birinci’nin cenazesi bugün Fatih Camii’nde kılınacak ikindi namazını müteakiben Eyüp Sultan Kabristanı’nda toprağa verilecek. (Mükremin Albayrak)

Teheccüdün Işıltısı ve Gecelerin Ruhbanları


Farz ve vâcip namazlarla teravihin dışında, geceyi ihya etmek için kılınan nafile namazların hepsini içine alan bir kavram olarak teheccüt, Kur’ân-ı Kerim’de yerini almış çok önemli bir ibadettir. Meâlen şu ayetleri örnek olarak göstermek mümkündür: ‘Sana mahsus bir namaz olmak üzere gecenin bir kısmında kalkıp Kur’ân oku, teheccüt namazı kıl. Böylece Rabbinin seni Makam-ı Mahmûda eriştireceğini umabilirsin.’ (İsrâ, 17/79); ‘Teheccüt namazı kılmak için yataklarından kalkar, cezalandırmasından endişe ederek, rahmetinden ümid içinde olarak Rabbilerine dua edip yalvarırlar ve kendilerine nasib ettiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.’ (Secde, 32/16)

Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselam) yatsı namazını kıldıktan sonra vitri kılmadan bir müddet istirahat eder sonra gecenin bir vaktinde kalkıp teheccüt namazını edâ ettikten sonra vitri onun arkasından kılardı. O’nun teheccütsüz geçirdiği hiç bir gece yok gibiydi. Hasbe’l kader, olmuşsa onu da ertesi gün mutlaka kazâ ediyor ve böylece hayatında herhangi bir boşluğa yer vermemiş oluyordu.

Buhârî ve Müslim’in rivayetine göre Abdullah ibn-i Ömer (r.a.) rüyasında, iki dehşetli kimsenin gelip, onu kollarından tutarak derin alevli bir kuyunun başına getirdiklerini ve atacaklar diye korkunca da: Yazının devamını oku »

Ilklerin namazi – Allah Resûlü’nün Namaz Hayatından Örnekler


Peygamberlerin (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselam) gönderiliş gayelerinden en önemlisi kulluk olsa gerek. Tebliğ, güzel örnek olma gibi diğer gayelerin de ancak kulluk vazifesinin yerine getirilmesiyle mümkün olabileceği düşünüldüğünde bu tespit kuvvet kazanıyor. Nitekim ubûdiyet derinliği olmadan ne tebliğ yapılabilir, ne başkalarına güzel bir misal teşkil edilebilir ve ne de dünya-ukbâ muvazenesi temin edilebilir.

Güzel ve makbûl her hususta olduğu gibi ubudiyet mevzuunda da -Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki ifadesiyle ‘ubûdet’ demek daha doğru olabilir- Efendiler Efendisi zirveyi tutar. Çünkü O (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), mutlak mânâda insan-ı kâmildir; başkalarının terakkisinin sona erdiği yer ancak O’nun yola başladığı yer olabilir. Namaz da en kâmil insanın en kâmil ve en câmi ibadetidir. Evet, namaz ibadeti Peygamber Efendimiz’in işte bu mukayeseler üstü, derin ibadet hayatında farklı bir önemi haizdir. Biz, daha ziyade O’nun ilk dönem çıraklarının namaz hususundaki hassasiyetleri üzerinde durmak istediğimiz bu makalemizde, Allah Resûlü’nün namaz hususundaki hassasiyetine sadece bir-iki cümleyle değinmek ve mücelletlere konu teşkil edebilecek bu hususu işin erbabına bırakmak istiyoruz; ta ki, sönük cümlelerimiz Efendimiz’in ibadet hayatının enginliğinin -şayet kâbilse- idrakine perde olmasın.

Allah Resûlü’nün Namaz Hayatından Örnekler

Peygamber Efendimiz ‘namaz benim gerçek göz aydınlığım’ vecîz sözüyle ifade buyurur, namazın nezdindeki önemini. Bir başka hadis-i şerîfinde ise ‘Allah her peygambere bir arzu ve istek vermiştir. Bana verilen de gece kalkıp namaz kılmaktır’ buyurarak, başkalarının şehvetle bir kısım şeylere arzu duyduğu kadar, namaza karşı o derecede belki daha fazla bir iştiyak duyduğunu ifade eder. Allah’ın ‘elçim’ demeden önce ‘kulum’ dediği o gerçek kul, Namaz İnsanı, Rabbisinin huzurunda o kadar çok kıyamda duruyordu ki, çok zaman mübarek ayaklarının altı kabarıyordu. ‘Ey Allah’ın Resûlü, Allah Senin gelmiş-geçmiş günahlarını affetti; niçin kendini bu kadar helâk ediyorsun?’ denilince de, ‘Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?’ cevabını veriyordu. Namaza karşı alâkası işte bu ölçüdeydi.

Efendimiz’in namaz ufkuna işaret etmesi bakımından, Sonsuz Nur’dan istimdatla bir-iki örnek zikretmek istiyoruz:

Hz. Âişe Validemiz (r.a.) anlatıyor:

‘Bir gece uyandığımda, Allah Resûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimali geldi. El yordamıyla etrafı yokladım. Elim ayağına dokundu. O zaman Allah Resûlü’nün namaz kılmakta olduğunu anladım.. başı secdedeydi. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle yakarıyordu: ‘Allah’ım! Senin gazabından Senin rızana sığınırım. İkâbından affına sığınırım. Allah’ım! Başka değil, Senden yine Sana sığınırım. Zâtını senâ ettiğin ölçüde, Sen’i senâ etmekten âciz olduğumu itirâf ederim.’ ‘Senin komşuluğun, yakınlığın, azizliktir. Senin senâ ve övülmen, yücedir. Senin ordun mağlup edilemez. Sen va’dettiğin şeyde, va’dinden dönmezsin. Senden başka ilah, Senden başka ma’bûd da yoktur.’

O, namaza bir türlü doyma bilmiyor, adetâ hiç doyum noktasına varamıyordu.

Şimdi de İbni Mes’ûd’u (r.a.) dinleyelim. Diyor ki: ‘Bir gün Allah Resûlü’yle beraber gece namazı kılmaya azmettim. Geceyi O’nunla geçirecek ve O’nun yaptığı ibadeti ben de yapacaktım. Namaza durdu, ben de durdum. Fakat bir türlü rükûa gitmiyordu. Bakara sûresini bitirdi, ‘şimdi rükûa gider’, dedim; fakat O, devam etti; sonra Âl-i İmran’ı, sonra da Nisâ sûresini okudu ve ardından rükûa vardı. Namaz esnasında o kadar yoruldum ki, bir ara aklıma kötü düşünceler geldi. Dinleyenler arasından biri sordu: Ne düşünmüştün? İbn-i Mes’ûd (r.a.): ‘Namazı bozup, O’nu namazıyla baş başa bırakmayı düşünmüştüm.’

O, ömrünü kullukla geçirmişti. Namaz, O’nun en sevdiği gözdesiydi. Gece gündüz namaz kıldı ve hep öyle yaşadı. Nasıl yaşanırsa öyle ölüneceğini zaten O söylememiş miydi? Ve her fâni gibi O da ölecekti. Ama o, ‘namaz’ demiş yaşamıştı ve namaz deyip hayata veda edecekti…

Son günleriydi. Gözlerini açacak dermanı dahi kalmamıştı. Başından aşağıya bir miktar su dökülünce gözlerini açıyor, şayet bir tek kelime söyleyecek kadar dermanı varsa, ‘Cemaat namazı kıldı mı?’ diye soruyordu. Ancak bu kadarcık dahi, enerji sarfı, efor, O’nun dermanını tüketiyor ve yine bayılıyordu. Dökülen soğuk suyla kendine gelince sorduğu soru yine aynı soruydu: ‘Cemaat namazı kıldı mı?’

Hayır, cemaati saatlerden beri O’nu bekliyordu. Gözler hep kapısındaydı. Ne zaman perde aralanacak ve mescide yine güneş doğacaktı.. işte bunu gözlüyorlardı. Çoğu, O Güneşin batmak üzere olduğunun farkındaydılar; ancak buna bir türlü inanmak istemiyorlardı. Bu arada, Allah Resûlü, artık namaz kıldıracak tâkâtının olmadığını anlayınca ‘Ebu Bekr’e söyleyin namazı kıldırsın’ buyurdu. Biraz kendinde iyileşme hissedince de mescide doğru yürüdü. Bir kolundan amcası Abbas (r.a.), diğerinden de amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı, Hazreti Ali tutmuş, zorlukla mescide götürülmüştü. Kendisinden sonra imam olacak zâtın arkasına durdu ve namazını oturarak kıldı. O, bu şekilde mescide sadece iki defa gelebildi. Birinde namazı Allah Resûlü kıldırdı, Hazreti Ebu Bekir (r.a.) da arkadakilere onun sesini duyurdu. Diğerinde ise, namazını Hazreti Ebu Bekir’in (r.a.) arkasında kıldı. Cemaatine kendisinden sonra gelecek imamı âdetâ iş’âr buyurdu.

Bir kere daha, evet O, namazla ve cemaatla bu derece bütünleşmişti. Son anına kadar da cemaati terketmemişti… (S. Nur, 2. cilt, sh. 247-248)

KABEDE NAMAZ KlLALlM


Bir gün Resulüllah efendimiz (Sallallahu aleyhi vesellem), yeni müslüman olanlardan bir kaçı ile Erkam bin Erkam’ın (r.a.) Safa tepesindeki evinde oturuyorlardı. Başta Hazret-i Ebu Bekir (r.a.) Efendimiz olmak üzere, hepsi, bu yeni dinin müşriklere açıklanmasını arzuladıklarını bildirdiler. Fakat henüz “açıkça tebliğ et” emri verilmemişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de:

-Ya Eba Bekr ! Bizim sayımız henüz az. Bu işe yetmeyiz” buyurdu ise de, Hazret-i Ebu Bekir (r.a.)’in ve arkadaşlarının arzularının çokluğundan onları kıramadı.

Hemen Mescid-i Haram’ın bir tarafına topluca oturdular. O sırada müşrikler de orada toplu halde bulunuyorlardı. Hazret-i Ebu Bekir (r.a.) Efendimiz ayağa kalktı. Putlardan yüz çevirip, Allahü Tealaya ve O’nun Peygamberi Muhammed aleyhisselama inanmanın lazım olduğunu anlatmaya başladı. Müşrikler hep birden Hazret-i Ebu Bekir (r.a.)’e ve arkadaşlarına saldırdılar. Yumruk ve tekmelerle ortalığı alt üst ettiler. Hazret-i Ebu Bekir (r.a.) Efendimizi fena halde tartaklayıp dövdüler. Utbe bin Rebia, demirli ayakkabılarıyla Hazret-i Ebu Bekir (r.a.)’in yüzünü gözünü kanlar içinde bıraktı, bilinmez hale getirdi. Beni Temim kabilesine mensup kişiler yetişip ayırmasaydılar öldürünceye kadar dövmeye devam edeceklerdi. Kabilesinden olan kişiler Hazret-i Ebu Bekir (r.a.) Efendimiz’i bir çarşafın içine koyarak evine götürdüler. Hemen geri dönüp Kalbeye geldiler: Yazının devamını oku »